Şubat ayı yaklaşırken, iç karartıcı bir sisi yararak gelip geçen arabaları seyrettiğim monoton günlerden birini yaşıyorum. Bu defa, kimi zaman işittiğim boğucu gürültüler doluşmuyor kulaklarıma. Arabalar gelip geçiyor, insanlar koşuşturuyor... Ama korna sesleri, hızını alamayıp anayolun kıvrımında frene basarak duran, kulaklarımı çınlamalarla doldurması gereken sürücüler sessizliğe gömülmüş. Farklılıkların su yüzüne çıktığı garip bir gün, ya da bugüne kadar farkında olmadığım sıradışılıkları keşfettiğim...
Duraktayım. Her sabah yaptığım gibi o mavi-beyaz otobüsün gelip gürültülü bir tıslamayla durarak kapılarını açmasını bekliyorum. Sonra kalabalığın arasına dalarak bir köşeye sıkışmaya çabalarken tanıdık simalara selam vermeyi unutmamam gerektiğini hatırlatıyorum kendime. Benim için önemli olup olmamaları önemli değil; küçüklüğümden beri öğretilen nezaket kuralları gereği... Beni ayıplamasınlar, bu hiçbir anlam ifade etmeyen, yada anlatmak istediklerini anlamadığım gözler... Otobüs gecikti. İstanbul'un yoğun sabah trafiğinde oldukça normal bir durum. Simsiyah bir kedi geçiyor önümden. Her sabah birlikte beklediğim durak arkadaşlarımdan bir oğlan, tombul yanaklarının arasında dudaklarını büzüyor ve saçını tutuyor. Siyaha çalan gözleri sanki yaptığından utanmışçasına çevreyi yoklarken bakışlarımız çakışıyor. Gülüyorum. Bana çevriliyor ve dik dik bakmaya başlıyor kara gözler. Arkadaşım değil aslında bu kara gözlerin sahibi ama birbirimizi tanıyacak kadar şey biliyoruz. Çenesine doğru inen saçlarını karıştırıyor eliyle. "Bıraksalar..." diye düşünüyor... Avare avare dolaşsam sokaklarda...
Kızgın bakışlar beni korkutamıyor. Alay etmek için değildi zaten gülüşüm. Yalnızca batıl inançlarım olmadığı için yaptığını farklı bulduğumu ifade etmek istercesine bakıyorum ve sanırım işe yarıyor. Başını çeviriyor ve uzaklara bakmaya başlıyor. İkimiz varız bugün durakta. Hastanede çalışan kadın hamileydi son gördüğümde. Sütçü amca da diğer köşeye kurmuş ekmek teknesini. Gelene geçene el sallıyor yine...
Ansızın bir araba duruyor önümüzde. Mavi... Buz mavisi mi, gökyüzü mavisi mi diye bir karar vermeye çalışarak kendimi oyalarken bir genç iniyor içinden. Bugünlerde pek moda olan saçları havaya dikme tarzını benimsemiş. Açık kahverengi top sakalı, çenesinden aşağı sarkıyor hafifçe. Gözlerinde zeki ve sinsi insanlara has bir parıltı... Yırtık kotu ve siyah deri ceketiyle tam bir sokak serserisini andırıyor. Altında taşıdığı arabaya sahip olduğuna inanmakta güçlük çekiyorum. Bir ara göz göze geliyoruz. Bakışlarında, çok gerilerde, beni korkutan bir şeyler var. İçimi ürküyle dolduran... Tedirgin olmuş gibi etrafta dolanıyor gözleri. Sonra bakışlarımız çakışıyor tekrar. İşte orada, görebiliyorum. Çuvallarla dolu, daracık bir odada, elleri ve ayaklarından bir sandalyeye bağlanmış durak arkadaşım... Kalın ipleri bileklerinden sıyırmak için verdiği savaş nedeniyle elleri kanıyor. Yüzü bembeyaz, tıpkı bir ölününki gibi...
Üşüdüğümü hissediyorum ve daha da bir sokuluyorum atkıma. Çok soğuk bir odada olmalı diyorum. Dudakları mosmor... Dişlerinin birbirine çarpışını duyabiliyorum. Başımı başka bir yöne çeviriyorum. Bugün olacağımız sınavları düşünmeye başlıyorum. Genç adamın telefonunun sesiyle irkiliyorum. Ve istem dışı ona odaklanıyor gözlerim. Pek bir şey konuşmuyor, yalnızca arada bir "evet" ya da "hayır"... Gözler... İşte yine oluyor. Bu sefer ben... Çok aydınlık bir yerdeyim. Bedenimin her yanında keskin sancılar... Bembeyaz bir ışık... Göz kapaklarımı kaldıramıyorum. Ve tükenmeyen bir kan kokusu...
Ansızın durak arkadaşım haykırıyor. Bir parça çamur bulaşmış pantolonuna. Eteğime bakarken, isyan edişini duyuyorum. "Yavaş sürseler olmaz sanki..." Ve yine aydınlık odadayım. Az önceki çınlayışlar, biçim değiştirerek doluşuyor kulaklarıma... "Yavaş kesersen ölecek gibi..." Tuhaf maskeli adamlar dolanıyor çevremde. Birden durakta buluyorum kendimi. Genç adam telefonunu kapıyor ve arabaya biniyor. Sonra buğulu camı açıp ters bir bakış fırlatıyor bana. Ardından durak arkadaşıma dönüyor: "Atla... Götüreyim seni okuluna..." Durak arkadaşım bir an tereddütle bana bakıyor. Sonra: "Hayır hayır..." diyerek geri çekiliyor. Genç adam gülüyor. Alaycı bir tavırla... Camı kapatıyor ve şehrin gürültülü trafiğine karışıyor. Durak arkadaşım endişeli... Belki niçin bana değil de kendisine teklif ettiğini düşünüyor. Beni süzüyor ve aslında güzel bir kız olduğumu fark ediyor. Ama genç adam, bu güzel kız yerine bir erkeği, kendisini götürmeyi teklif etti. O da sezinliyor belki tuhaf bir şeyler olduğunu. Durak arkadaşım ve benim, gözlerde başlayan dostluğumuz masum bir gülümsemeyle devam ederken otobüsün tıslamasını işitiyorum. Ve gerçek dünyaya geri dönüyorum.
Ertesi gün... Yine duraktayım. Çılgın bir endişe var üzerimde. Bu sabah durak arkadaşım yok. Ansızın bir araba duruyor önümde. Rengi buz mavisi... Hayır hayır, gökyüzü...
Bir an için tıkanan trafik, durak arkadaşımla gözlerde başlayan dostluğumuzun yine gözlerde son bulmasına vesile oluyor. Sımsıkı iplerle bağlanmış ellerini cama dayıyor. Ve umutsuzca bana bakıyor. Ardından top sakallı bir genç, siyah perdeleri çekiyor. Araba hareket ederken, gözlerim plakaya ilişiyor. Anlayamıyorum. Durak arkadaşımın sessiz haykırışlarını işitebiliyorum. Ama okuyamıyorum... Bir sis perdesi iniyor gözlerime ve durak arkadaşımın yitip gidişine engel olamıyorum...
Kendimi bilmeden otobüse binerken bileklerimi fark ediyorum. Kan... Ardından keskin bir acı duyuyorum sağ şakağımda... Ve biliyorum, durak arkadaşım artık yok...
Tude BİBER
Cumartesi, Mart 12, 2011
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder