Pazar, Mart 13, 2011

DEPREMİN ANA KAYNAKLARI

Depremin ana kaynağını araştırmak zorundayız...

Öyle bir anatomik yapıya sahibiz ki, dünyada yaşayabilmemiz için bize lazım olan elektrik ve magnetizma ile iç içe bulunmaktayız. İlk bakışta, elektrik ve magnetizmanın canlılara olumlu etki yaptığı şaşırtıcı olabilir. Hatırlayalım ki, insan vücudu bir elektrik deposudur. Canlıların büyümesi, gelişmesi bitkilerin yeşermesi, meyvelerin olgunlaşması gibi güzel neticeler yanında kötü tesirlerin de oluşması çevrenizdeki elektrik ve magnetizma yapılarının değişken olması sonucudur. Atmosferde değişken yapıya sahip olan elektrik ve magnetizma yağmur, rüzgâr, kar gibi bildiğiniz mevsimlik etkilen de bünyesinde barındırır.
Dünyanın oluşumu, gelişimi sonucu yapısında var olan elektrik ve magnetik yapıyı yok etmeye kimsenin ne gücü ne de bilgisi yeter. Hele magnetik yapıyı değiştirmeye imkân ve ihtimal yoktur. Doğduğumuz günden ölünceye kadar elektrik ve magnetik yapıyla yaşamak zorundayız.
Deniz ve atmosfer, bu ikili kendi başlarına yağmur yağdıramayacakları gibi elektrik ve magnetik yapı da tek başlarına işe yaramazlar. Nasıl, yaşamamız, gelişmemiz için hava, su, ekmek gerekir diyorlarsa, elektrik ve magnetizma olmadan canlı büyüyemez, gelişemez. Bu ikili ile iç içe yaşamak zorundayız. Bu ikiliden en önemlisi "magnetizma'dır.
Dünyanın yapısı itibari ile çevresinde bir magnetik alan vardır. Bu, herkes için bilinen bir yapıdır. Pusula ile varlığı hemen anlaşılır. Dünyanın bilinmeyen bir başka magnetik yapısı daha vardır ki işte benim konum bunun üzerinedir. Bilinmeyen bu ikinci magnetik alan değişken özelliğe sahip olup, canlıların büyümesi, bitkilerin gelişmesi, meyvelerin olgunlaşması ve atmosferik olayların oluşmasına sebep olur... Yağmur yağdırır, rüzgâr estirir v.s. Deniz ve atmosfer ikilisi hiçbir zaman yağmur yağdıramaz.
Depremin ana kaynağını araştırmak zorundayız dedim. Evet, dünya yapısında var olan bu bilinmeyen ikinci magnetik alan, yer merkezinden belirli zaman aralıklarıyla gelerek kendini gösteren enerjidir. Bazı zamanlar şartlar uygun olduğunda atmosfere bile çıkabilir, atmosfere çıktığı anda frenleme (ivmeli hareket) yapar, o anda enerjiye dönüşüp, ısı veya ışık olarak kendini gösterebilir.
Şu anda ilim adamları tarafından bilinmeyen bu ikinci magnetik alanı geliştirmiş olduğum GİRDAP TEORİSİ yardımı ile matematik olarak izah edebilmekteyim. GİRDAP TEORİSİ ile matematik olarak anlatabildiğim bu ikinci magnetik alan DEPREM'in oluşmasında İLK faktördür. Yani depremin ana kaynağı dünyanın ikinci magnetik alanıdır.
Su ve Toprak.
Su derken kastım yağmur suyudur. Yağmur yağar, toprak tarafından sünger gibi emilir. Topraktaki mineraller erir, bitkiler tarafından emilmeye hazır hale gelirler. Bitkiler her ne kadar osmoz olayı sonucu emmeye hazır olsalar bile bitkinin bu olaya dur deme hakkı vardır. Bitki ile toprak arasında öyle dengeli iki kuvvet oluşur ki bitki erimiş mineralleri topraktan ememez.
Böyle dengeli bir kuvvetin varlığı botanikçiler tarafından bilinmektedir. Peki, bitki nasıl emiyor? Bu dengeli kuvveti bozan erimiş minerallerin bitkiler tarafından emilmesine yardımcı olan işte o dünyanın ikinci magnetik alanıdır. Bu demektir ki ikinci magnetik alan olmasaydı hiçbir bitki büyüyemezdi.

Mesut ŞEN

DEPREM ÖNCEDEN TESBİT EDİLEBİLİR Mİ?

Ne zaman, nasıl vuracağı belli olmayan, mal ve can kaybına sebebiyet veren, fay hatlarının neden olduğu düşünülen yer sarsıntılarına DEPREM denir.
Depremi, şu andaki ilmi çerçeve içinde önceden tespit etmek imkânsızdır, imkânsız gibi görünmektedir. Bu demek değildir ki, hiçbir zaman önceden tespit edilmeyecek, tespit etmeye çalışanlar da başaramayacak. Bir gün, bir ilim adamı ya da ilim adamları olası bir depremi önceden tespit etmeyi başaracaklardır. İnşallah bu, Türk ilim adamlarına nasip olur.
Yerkürenin yapısı itibarıyla hissedeceğimiz depremler her an olmaktadır. Hissedecebileceğimiz depremler, insanlara zarar veren, can ve mal kaybına sebep olanlar ise belirli zaman dilimleri içerisinde olmaktadır. Bu, yerkabuğunun kaçınılmaz bir sonucudur.
Hangi deprem olursa olsun, küçük veya büyük, yerin yapısından kaynaklanmaktadır. Yerkabuğunun yapısı için, dört jeolojik devirden sonra şimdiki durumunu aldığı iddia edilir. Hatta bu dört devir öncesine bir devir de ekleyerek beş jeolojik devirden konu edenler de vardır.
Yerkabuğu katılaşmaya başladıktan sonra jeolojik devirler içinde, yumuşak ve sert katmanların birbirine paralel ve iç içe oluşumu tamamlanmıştır. Oluşum sonrası bazı sarsıntılarla kimilerinin kırıldığı, kimilerinin de kırılmaya hazır vaziyete geldiği beyan edilmektedir. Jeolojik devirlere göre anakaralar bitişikti ve ayrılarak şimdiki durumunu aldı. Hâlâ anakaralar (kıtalar) birbirinden ayrılmaya devam ediyor, denilmektedir.
Bütün bu iddialar doğrudur. Fakat depremi, fay hatlarında aramak da çözüm değildir. Fay hatları depremi çözmez... Fay hatları, deprem olduğunda en çok zarar gören yerlerdir, bölgelerdir. Dolayısıyla, fay hatları üzerinde yaşayan insanlar zarar görecek demektir. Onun için, mühendisler binaların fay hatları üzerine kurulmasını istemezler. Yeni yerleşim merkezleri fay hatları üzerine kurulmamalıdır, yerel yönetimler buna izin vermemelidir.
Dikkatinizi çekerim; fay hatları deprem kökeni olamazlar, ancak elamandırlar. Anakaraların birbirinden ayrılması ile fayların kırılması bir depremdir. Yine, anakaraların birbirine yaklaşması fay çarpışması demektir ki, bu da bir depremdir. Fayların deprem elemanı olduğunu kabul ettikten sonra acaba depremin oluşmasına vesile olan kaynak nedir?

Mesut ŞEN

MESUT ŞEN

Nazilli'de doğdu. 1978 yılında Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik Bölümü'nden mezun oldu. İlk öğretmenlik görevini Çıldır'da yaptı. Çatalca, Germencik ve Aydın'da sürdürdükten sonra Söke'ye tayin oldu. Söke Hilmi Fırat Anadolu Lisesi Fizik öğretmeni iken emekli oldu.
"Girdap teorisi"ni anlattığı beş ayrı kitapta öğretici olmanın yanında, bilimin eleştirisini de yapmaktadır.
YeniSöke Gazetesi köşe yazarlarındandır.

OYHAN HASAN BILDIRKİ



10 Haziran 1947 yılında Bağarası'nda doğdu. İlkokulu doğduğu yerde, ortaokul ve liseyi Aydın'da okudu. Bursa Eğitim Enstitüsü Türkçe Bölümü'nü (1971), AÜAÖF Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nü (1991) yıllarında bitirdi.
İlk görevine Kastamonu-Cide-Şenpazar'da başlayan yazar, daha sonra birçok okulda idareci ve öğretmen olarak çalıştı. Söke İlçe Millî Eğitim Şube Müdürü olarak görevliyken, kendi isteğinin dışında önce Bağarası Lisesi Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenliğine, sonra Şırnak-İdil İlçe Millî Eğitim Şube Müdürlüğü'ne gönderildi. Son görevinden vazgeçen Bıldırki, Kuşadası Atatürk İlköğretim Okulu'na kendi isteğiyle gitti. Daha sonra Kuşadası Kaya Aldoğan Lisesi Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni oldu. Burada çalışırken (1997) emekli oldu.
Evli ve iki çocuk babası olan yazar, 1962'den bu yana Aydın, Söke ve Kuşadası yerel gazetelerinin yanında, ülkemizin ünlü edebiyat dergilerinde (1969) şiir, hikâye ve eleştirileriyle yer aldı. Ahmet KABAKLI'nın "Türk Edebiyatı Dergisi" hikâyecileri arasında gösterdiği (1) Bıldırki, ilk ününü Hisar Dergisi'nde yayımlanan eleştiri ve hikâyeleriyle yapmıştır. Hisar"da yayınlanan ilk hikâyesinin "Şeftali Çiçekleri" (2) olduğunu biliyoruz. Türk Edebiyatı'nda yayınlanan ilk hikâyesi de "Rüyâlar Gerçek Olsa" (3) adlı hikâyesidir. Sırasıyla diğer edebiyat dergilerinde yayınlanan ilk hikâyelerinin de; "Kaderci" (4), "Suç"; (5), "Günleri Öldürmek" (6), "Bir Bıçağın Keskin Ucu" (7), "Ömür Geçintisi" (8), "Babam"(9), "Heves" (10) adlarını taşıdıklarını öğrendik. Bıldırki, bir dergide yayınlanmış olan hikâyesini, yeniden öteki dergilerde yayınlatmayan ender hikâyecilerimizden birisidir.
Çeşitli mahlaslar kullanarak köşe yazıları da yazan Bıldırki, "Resimli Türk Edebiyatı Devirler, İsimler, Yorumlar" adlı ansiklopedinin yazarları arasına katıldı (1973).
"Bir Bıçağın Keskin Ucu" adlı hikâyesiyle "Töre Hikâye Yarışması"nda (1980) üçüncülük ödülü alan yazar, daha sonra 1995 yılında "Kar Üstünde Kan Damlası" adlı hikâyesiyle "Ömer Seyfettin Hikâye Yarışması" seçiciler kurulu özel ödülünü, 1996 ve 1997 yıllarında da, yıl içinde yayınlanan hikâyelerin değerlendirilmesi sonucunda, üst üste "Aydın Gazeteciler Cemiyeti Hikâye Dalı" birincilik ödüllerini aldı.
Kendisini, başlangıçtan günümüze devam eden Millî Edebiyat Dönemi Hisarcılar Akımı içinde saydığımız Oyhan Hasan Bıldırki'nin ilk biyografisi; "Mart 1969 tarihinden beri dergimizde eleştirmeleri yayınlanan" sözleriyle başlamakta ve şu şekilde bitmektedir: "1963 yılında Aydın gazetelerinde şiir ve hikâye yayınlamaya başlayan Bıldırki, bu gazetelerde sanat sayfaları da düzenledi. Hüraydın gazetesinde "Dönülmez Yol" adlı bir romanı tefrika edildi. Aydın Atatürk Lisesi Radyosu'nda üç yıl kadar "Edebiyat Postası" programını yöneten Bıldırki'nin "Kördüğüm" adlı radyofonik bir oyunu da radyoda yayınlandı. Şiirlerinden bir kısmı "Liseden Sesler" isimli bir antolojide yer aldı. Bursa Eğitim Enstitüsü'nde okuduğu sıralarda, altı ay süre ile, "Bursa'da Zaman" adlı bir edebiyat dergisi çıkardı. Yayınlanmamış birçok hikâye ve şiiri vardır. "Gökler Hep Mavi Değil" adlı yeni bir roman üzerinde çalışmaktadır.
Dergimizden başka Hareket, Adımlar, Bursa'da Zaman, Alkım dergilerinde yazıları yayınlanmıştır." (11)
Seyit Kemal Karaalioğlu, "Şair ve hikâyeci" olarak tanımladığı Bıldırki'den, "Resimli Türk Edebiyatçılar Sözlüğü" (12) adlı eserinde "Kaderci"den yaptığı şu alıntıyla söze giriyor: "Anadolu'yu sevmek. Acısıyla, sevinciyle Anadolu'yu sevmek. Ne güzel şey, Tanrım! Onlar gibi toprak damlı bir evde oturmak. Onları uykusundan uyandırıp "oh, dünya varmış!" dedirtebilmek... Bilmem, bunu hiç düşündünüz mü?"
Dergâh Yayınları tarafından çıkarılan "Resimli Türk Edebiyatı Ansiklopedisi Devirler, İsimler, Yorumlar"da da yukarıdaki açıklamalara ek olarak; "Türk dili ve edebiyatı ansiklopedisi yazarları arasında yer aldı. Oyun ve roman çalışmaları da olan Bıldırki'nin tarihi olaylar ve menkıbeleri konu alan Koçaklar adlı bir kitabı yayınlanmıştır (1975)." (13) denilmektedir.
Demek ki Bıldırki, çeşitli eleştiri, şiir ve hikâyelerini, başta Hisar dergisi olmak üzere; Fikir ve Sanatta Hareket, Şafak, Adımlar, Alkım, Bursa'da Zaman, Doğuş Edebiyat, Töre, Millî Eğitim ve Kültür, Millî Eğitim, Millî Kültür, Gülpınar, Dolunay, Çağrı, Yiğit Efem, İnanç, Tarla, Türk Edebiyatı, Türk Dili, Beşparmak ve Sarızeybek dergilerinde yayınlatmıştır. Bu dergilerin dışında, son zamanlarda Yenisöke, Söke Ekspres, Medya, Kuşadası Halkın Sesi ve Söke Esnafın Sesi gazetelerinde de çalışmalarını sergilemektedir.

Radyo ve televizyon çalışmaları da bulunan yazarın basılmış eserleri şunlardır:
Liseden Sesler (Şiir-1964), Atatürk Aramızda (Seçilmiş Şiirler-1991) Bütün Fidanlar Sımsıcak (Şiir-1994), Ceylan Gözlüm (Şiir-1997), Dönülmez Yol (Roman-1964), Koçaklar (Millî Hikâyeler-1975), Üçüncü Günün Öğlesi (Hikâyeler-1986), Bir Başka Şafak (Hikâyeler-1988, 1992, 1994), Gün Çarığı Sıkınca (Hikâyeler-1990), Dil Çerezleri (Folklor Araştırmaları-1999), Bulutlar Pusuda (Şiir-2006)

Basılacak olan eserleri arasında da; Kar Üstünde Kan Damlası, Kuşluk Vakti (Hikâyeler), Kırk Küçük İnci (Çocuk Edebiyatı, Denemeler), Çanakkale Günleri (Çocuk Edebiyatı, Roman), Sevgiye Susamak (Anı-Mektup), Köprünün Ötesi (Dış Politika), Alevden Dostluklar (Eleştirmeler), Yüzyıla Ağıt (Makaleler), Ahmet Haşim ve Şiirlerinde Kaçış Temi (İnceleme-Araştırma) yer alıyor. (14)

Hilâl GÜLER

EKLER:
1 KABAKLI Ahmet, Türk Edebiyatı IV. Cilt s.273 Ağustos 1991-İstanbul
2 BILDIRKİ Oyhan Hasan, Hisar Sayı:67 s.32 vd. Temmuz 1969
3 BILDIRKİ Oyhan Hasan, Türk Edebiyatı Sayı:144 s.58 vd. Ekim 1985
4 BILDIRKİ Oyhan Hasan, Fikir ve Sanatta Hareket, Sayı:53 s.27 vd. Nisan 1970
5 BILDIRKİ Oyhan Hasan, Şafak Yıl:2 Sayı:16 s.9 vd. Nisan 1969
6 BILDIRKİ Oyhan Hasan, Doğuş Edebiyat Sayı:13 s.17 vd. Nisan 1983
7 BILDIRKİ Oyhan Hasan, Töre Hikâye Özel Sayısı Sayı:119 s.24 vd. Aralık 1980
8 BILDIRKİ Oyhan Hasan, Millî Eğitim ve Kültür Yıl:3 Sayı:12 s.127 vd. Ekim 1981
9 BILDIRKİ Oyhan Hasan, Dolunay Sayı:4 s.26 vd. Nisan 1986
10 BILDIRKİ Oyhan Hasan, Beşparmak Sayı:1 s.4 vd. Eylül 1989
11 HİSAR';dan BİYOGRAFİLER, Hisar / Sayı:108 s.17 Aralık-1972
12 A.g.e. s.83 vd. Birinci Basım 1974 - İnkılâp ve Aka Basımevi İstanbul
13 A.g.e. Cilt 1 s.424 Ocak 1977 Dergâh Yayınları-İstanbul
14 GÜLER Hilâl, SÖKE'DE YEREL BASIN VE BASIN YAYIN HAYATI- S.351 vd. Uludağ Üniversitesi Yüksek Lisans Tezi.


Oyhan Hasan Bıldırki

HİLÂL GÜLER



18.08.1974 tarihinde Aydın'da doğmuşum. İlk öğrenimimi Bağarası Kemalpaşa İlkokulu'nda, orta öğrenimimi Söke Lisesi'nde tamamladım. Uludağ Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nü 1995'te birincilikle bitirdim. Yine aynı üniversitenin sosyal bilimler enstitüsünde lisansüstü öğrenimimi tamamlayarak "bilim uzmanı" ünvanını aldım.
15.09.1995'te Niğde'nin Bor ilçesinde başladığım meslek hayatımı Tekirdağ, Siirt, Amasya gibi Anadolu'nun değişik bölgelerinde yer alan illerinin bana bir şeyler kattığına inandığım ilçelerinde sürdürdüm. Bu illerde geçirdiğim yıllar "Anadolu'yu, Anadolu insanını" ve nihayet "Anadolu gerçeğini" daha iyi tanımamda ve kavramamda etkili oldu. Bu yüzden kendimi şanslı sayıyorum.
Bütün bunların ötesinde severek ve isteyerek başladığım meslek hayatımı şu an SÖKE HİLMİ FIRAT ANADOLU LİSESİ'NDE sürdürmek beni mutlu ediyor. Çünkü; "Anadolu'nun diğer yerlerindeki gençler gibi milletçe elimizdeki tek cevherin siz gençler olduğunuzun bilincindeyim ve sizlerin sevgi dolu, saygılı, erdemli, inançlı bireyler olarak yetişeceğinizden de şüphe duymuyorum."
İyi ki varsınız, iyi ki sizlerleyim.

Eylül 2007

FIRAT DUMANOĞLU

06.06.1991 yılında doğdum. Henüz beş yaşındayken müzikle karşılaştığımda -belki size saçma gelecek ama işte o notalarda- kendimi bulmuştum. Amcamın ve ağabeyimin yardımlarıyla önce darbuka, daha sonra da bateri çalmaya başladım. Fakat müzikle uğraşırken okuldan bir nebze olsun soğumadım. Sahneye ilk defa 14 yaşında iken Kuşadası'nda bir barda çıkmıştım. O geceki heyecanımı kelimelerle anlatmak mümkün değil. Ama gece sonunda paramı almış olmak, işte o an, muhteşem bir andı. Belki de bu heyecan, bu mutluluk; çocukluktu. Çünkü daha sonra aldığım hiçbir ücretten bu kadar zevk almadım. Birçok yerde hatta ünlü insanlara bile çaldığım oldu. Fakat profesyonellik bu zevki benden almıştı.
Bence çocuk kalmak, amatör olmak daha iyi.
Hayatımda bir kere aşık oldum. Ve onun yüzüne bakmak... Fakat yanımda olmadığını bilmek, beni sonu olmayan bir uçuruma itiyor gibi.
Şu an ÖSS'ye hazırlanıyorum. Çünkü üniversiteye gitmeyi çok istiyorum.
Size bir nasihatim var. Siz, siz olun; hayatta yapmanız gerekeni ertelemeyin ve yapın. Ben bunu bir kez yaptım ve çok pişmanım!
2.12.2008

Fırat DUMANOĞLU

HİLÂL BULUT

Çocukluğumun ilk beş yılını Eskişehir'de geçirdim. Babamın mesleği gereği Muş'a tayinimiz çıktı. Anasınıfını ve 1. Sınıfı, Muş'ta Yavuz Selim İlköğretim Okulu'nda tamamladım. Muş'ta üç yıl kaldık. Sonra tayinimiz Söke'ye çıktı. İlköğretim ve ortaokulu Sadullah Kuşada İlköğretim Okulu'nda başarıyla tamamladım. Ortaokulun son senesinde liselere giriş sınavına girdim ve Hilmi Fırat Anadolu Lisesi'ni kazandım. Şimdi bu okulun son sınıf öğrencisiyim.
Müzikle ilgilenmeye ortaokulun son senesinde başladım ve gitar kursu aldım. Lise 2 ve Lise 3'te okulun dinletilerinde solist olarak görev aldım. Ayrıca okul konserlerinde ve okulun düzenlemiş olduğu bazı programlarda görev alarak şarkı söyledim.
İleride en büyük hayalim de iyi bir müzisyen olmaktır.

Hilâl BULUT
12 TMA / 385

ANILARDA YAŞAMAK

Otobüsün buğulanan camını silerek aşağıya, el sallayanlara baktım. İzin verseydi gözyaşlarım dışarıdaki yağmurla yarışacaktı. Oysa alışkındı yüreğim zamansız gidişlere. Ama ilk defa dışarıya bakıp el sallamak istedim birine. Kimsesizliğim yine geldi aklıma. Yalnızdım ve yalnızlıktan kaçıyordum. Gittiğim her şehirde bir ay durur başka bir yere giderdim. Çünkü orda da bırakmazdı yalnızlık yakamı. Yalnız bir şehir vardı uğrayamadığım. Onun yaşadığı yere ayak basmayacağım diye söz vermiştim kendime. Mantığımla duygularıma ne kadar gem vurabileceğimi bilmiyorum. Ama yaşadıklarımdan hep onu sorumlu tutuyor, arkamdan bıraktığım yanlışların nedeni olarak görüyordum. Bir defa daha dayanabileceğimi sanmıyorum. Ne kadar da aciz hissediyorum kendimi cesaretim kırıldı ve artık her şeyden kaçıyor sürekli olayları yadırgıyorum.
Ben bunları düşünürken otobüs hareket etmiş hatta yolu yarılamış bile. Yanıma da orta yaşlı, derisinden fırlamış kirli sakallarıyla durumu bozmayan dağınık saçlı biri oturmuştu. "İstanbul'a mı oğlum?" dedi. Bunak mı ne demek geldi içimden. "Bu bindiğimiz otobüs İzmir'e gidiyor amca ." dedim. "Hayır, yanlışın var oğlum yıllardır gittiğim otobüsü bilmez miyim? İstanbul ‘ a gidiyor işte." Birden ikileme düştüm. Ama emindim yanlış olması imkansızdı. Haklılığımı ispat etmek isteyen bir üslup ile koltuğumdan kalkıp şoföre yöneldim. "Affedersiniz bu otobüs İstanbul'a mı gidiyor." diye sordum. Şoför bıyık altından gülen ifade ile "Evet. Vazmı geçtin yoksa!"diyerek dalga geçti benimle. Ama şu an bunu düşünemiyordum ve beynimden vuruldum. Otobüse yanlış binmiş ve gitmek istemediğim o şehre İstanbul'a gidiyordum. Şoförün yanından ne zaman ayrıldım koltuğa nasıl oturdum bilmiyorum. Kalbim çığlıklar atıyor ama kulaklarım, gözlerim ve yüreğim öyle bir kenetlenmiş ki sana, hiçbir şey duymuyor. Taktığın zincirlerden kurtulamıyor bırakıp kaçamıyordum.
Yine düşünceler arasındayken birden arabada yalnız olduğumu hissettim. Gelmiştik ve araba boşalmıştı. Ben de inmeye hazırlanıyordum. Ama verdiğim kararın doğru olup olmadığından hala emin değildim. Ama hep üstünü bastırmaya çalıştığım duygularım şimşek gibi çakıyordu. Bunca zaman kendimi kandırdığım bir gerçekti ve ben bu gerçekle yüzleşmek istemiyordum.
Arabadan indim ve hemen bir taksi çevirdim. Aynı şehirde nefes almak bile acıtıyordu içimi sanki. Taksici nereye gideceğimi sordu. Sahiden ben nereye gidiyordum. Gaziosmanpaşa'ya gideceğimizi söyledim. Bunu neden yaptım bilmiyorum ama geldiğim yere gidiyordum şu an. Çocukluğumu yaşadığım, yitik hayallerle dolu benim için dipsiz kuyudan farksız olan o eve gidiyordum. "Geldik." dedi taksici. Parayı uzatıp birkaç parça eşyamı koyduğum ve gittiğim her yere arkamdan sürüklediğim bavulumu bagajdan alıp eve girdim. Yıllardır açılmayan kapı ve eşyalar bir parmak toz tutmuştu. Rutubet kokuları içinde olan evin camlarını güçlükle açtım. Eşyaların üzerindeki örtüleri kaldırıp oturmaktan çok hoşlandığım o koltuğun üzerine oturdum. Buradaydım ve her defasında onunla bir gün karşılaşacağım anı hayal ediyordum.
Artık iş bulmam gerekiyordu. Dışarı çıktım. Aslında dolaşmak istemiyordum. Çünkü onunla karşılaşmayı istediğim kadar o andan korkuyordum. Yıllar önce başka bir şehre gitmişti. Ona çok mektup yazmıştım ama ne bir cevap ne de ondan bir haber alabildim. Bundandı belki de şehir şehir dolaşmam. Haftalarca dolaştım iş bulabilmek için. Benim gibi koca şehir de duygularını yitirmişti anlaşılan. Açıldı sandığım kapılar birer birer kapandı yüzüme.

Yine dolaşmakta olduğum bir gündü. Artık öyle bitkindim ki denize karşı oturup bütün sıkıntılarımı ona atmak geldi içimden. Deniz kenarına gittim. Yürürken bankın üzerinde oturmuş balıklara simit atan o kız Zeliha'nın en iyi arkadaşı Feride değil miydi? Ne kadar da değişmiş. O da sanki denize benim gibi sıkıntılarını atmaya gelmişti. Zaman yüzünde derin yarıklar bırakmış ve her çiziği yaşadığı acılarla doldurmuştu sanki. Yanına gittim, usulca yaklaştım. "Merhaba" dedim. Tanıyamadığını düşündüm "Ben Hikmet" dedim. Birden gözleri yuvalarının içinden fırladı. "Nerelerdeydin sen" dedi kızgın bir ifadeyle. Ben daha da tepkili bir tavırla "Zeliha'ya söyle benim karşıma çıkmasın çünkü onu hiç affetmeyeceğim" dedim. Birden doğruldu ve ağlayarak uzaklaştı. Neye uğradığımı şaşırdım. Peki gerçekten böyle mi hissediyordum.
Hava bozmaya başlamıştı. Eve döndüm. Yağmur yağmaya başladı. Yağan yağmur, çakan şimşek ve gök gürültüsü sanki bütün gece yaşadığım olayları, içimdeki korkunç duyguları ifade ediyordu. Sinirlerim harap olmuştu. Uyumak ve uyanmak istemiyordum. Yatağa yattığım da ise Zeliha aklıma geliyor ben yine benden gidiyordum. Dışarı çıktım. Yağan yağmura aldırmadan sokağa attım kendimi. Umarsızca dolaştım yollarda. Eve doğru yöneldiğimde posta kutusundan faturaları alıp içeri girecektim. Faturalar birikmişti içinde. Aldım hepsini ve şöminenin başına geçtim. Okumaya başladım tek tek. Altlarda sıkışmış kirli beyaz bir zarf çıktı. Heyecan sardı tüm vücudumu. Mektubu görünce kalbim yerinden fırlayacakmış gibi atmaya başladı. Sonunda gelmişti işte ama neden zarfı açamıyordum. Beklediğim zarf titreyen ellerimin arasında öylece kalmıştı. Daha fazla beklemeden okumaya başladım. Şöyle yazıyordu mektupta;

Merhaba ilk ve son olacak aşkım;
Seni öyle çok aradım ki! Senden bir telefon ya da bir mektup bekledim çoğu zaman. Ama aramadın hiç beni. Kızgınım ama kırgın değilim sana. Ben sana kırılamam ki! Sensizlik çok zor geldi bana. Gökyüzündeki yıldızlar gibiyim sanki. Hangisi mi? Biraz önce kayan işte. Umutlarımı sende yeşertmiştim. Onları öldürürken beni de bırakmadın. Ayırmadın ölen umutlarımdan. Yerinde yeller esse de hayallerimin, özlemlerimin eğer beni uğurlayacak kişiysen ben de varım onların yanında. Şaşırıyorsun belki isyan etmeden, savaşmadan nasıl gittiğime. Bir gün anlayacaksın gidişimin neden sessiz olduğunu. Sen duymasan da içimde bir fırtına koptu. Belki bu fırtına da senin de zarar görmenden, incinmenden korktum. Sence bir aşkta iki kişinin yitirilmesi fazla değil mi? İşte bu yüzden sensizliğin acısıyla her geçen gün daha da sıkı ördüğüm ruhumun duvarları arasına hapsediyorum seni. Ne kadar direnirim bilmiyorum ama orada kaldığın sürece mutluyum.
Hayallerim ne kadar can bulup uzadıysa, aşkımın ömrü bir o kadar kısaldı sanki ve benim sen de kaybolduğum gibi sen de vakitsiz gelen gecenin sonsuzluğunda yok oldun şimdi. Ben gidiyorum senin adının telaffuzunun bile yapılmadığı bir yere. Benim gideceğim yollar senin gözlerin kadar uzak aslında bana. Eğer gözlerin gökyüzündeki sonsuzluğa dalarsa o sonsuz uzaklıktan gözlerinin içine bakmaktayım ve sevgimden ödün vermeden ben HÂLÂ SENİ SEVİYORUM...

Mektubu okuduktan sonra Hikmet, Zeliha'nın mezarını öğrenerek hemen yanına koştu. Direnmekte güçlük çekiyordu. Gökyüzüne baktı. Olduğu yerde yığıldı kaldı. Ve artık onu da Zeliha'nın yanına gömmüşlerdi. Belki de ikisi birbirine kızgındılar ama beraber yatıyorlardı işte. Olayın aslını kimse çözemedi hayatları gibi sır oldu anıları da şimdi.

Rabia SARI

BİR KİTABIN ELEŞTİRİSİ: "ÜÇÜNCÜ GÜNÜN ÖĞLESİ"



ÜÇÜNCÜ GÜNÜN ÖĞLESİ (Hikâyeler, 1986): İlk baskısı Nisan 1986'da yapılan eser, yazarın 4'üncü kitabıdır. Yazar bu eserinde, Koçaklar'da gördüğümüz destanî üslubunu tamamen terk etmiştir:

"Sis bastırdı, açıldı.

Yükselen binalar, yer yer, güneşin ışıklarını kesiyor, sokağa alaca gölgeler düşüyordu. Az sonra, yeniden yoğunlaşan sis, güneşin gözünü kör etti, ferini, ateşini söküp aldı. Fakat yine de, çıplak gözle ona bakmak zordu. Savran Ali, denedi bunu. Ellerini, şapkasının siperinin altına, alnına götürdü. Güneşe, öylece baktı. Gözleri kamaştı. Kaşlarının altında, göz pınarlarına yakın bir yerde, bir ağırlık duydu.

Güneş yeniden, temelli kapandı, kayboldu. Sisler, güneşi yuttu. Etraf seçilmez oldu.

- Keşke! dedi Savran Ali. Bu sis, hiç dağılmasa! Her şeyi örtse! Kusurlar, işlenmiş günahlar görünmese!" [1]

Duru, sade ve sağlam bir Türkçe ile karşımıza çıkan, az sözle çok şey anlatan yazarın bu kitabında 13 hikâye yer alıyor. "Binlerce Susam" ve "Çekirgeler"in dışındaki diğer 11 hikâyenin hepsinde de asıl kahramanların çocuklar olduğunu görüyoruz. Bu açıdan baktığımızda Bıldırki, çocuklar için yapıldığı söylenen edebiyatın fevkinde bir çocuk edebiyatının gerçek örneğini veriyor. Kendisiyle yaptığımız özel görüşmede, edebiyattaki sınıflandırmalara karşı olduğunu söyleyen yazar; "Yaptığınız edebiyatta çocuğu öne çıkarırsanız, meseleyi kökünden çözümlersiniz. Çocuklar için yazan yazar olmaktansa, çocukları da anlatan yazar olmak istiyorum." diyor.

Eserde yer alan "Kırım" ile "Çekirgeler" adlı hikâyelerinde yazar, klâsik hikâye plânını kırmaya çalışıyor. Yazar bu tutumunu, daha sonraki bazı hikâyelerinde de deniyor. Hikâyecinin Park Günlüğü [2]'nde, iç içe geçmiş iki hikâye var: İlk hikâyede, Özlem'iyle tek başına sokaklarda yaşayan bir kadının, bakamadığı yavrusun düzenlenen bir oyunla elinden zorla alınmasına karşı gösterdiği tepki anlatılırken, ikinci hikâyede ise bulunan bir defterden anladığımız kadarıyla, birbirlerini delice seven, genelde parkta buluşan iki genç, birlikteliklerinden sonra doğacak çocuk yüzünden, onu daha çok erkeğin istemesi, kızın bu konuya olumsuz yaklaşması üzerine ayrılmaları anlatılıyor. Yazarın bu hikâyesinde trajik bir ikileme var: Çocuğu zorla elinden alınan Zehra Kadın, bağrına bastığı taş bebekle oyalanırken, ikinci hikâyedeki "taşbebek" Melek, taşbebekliğini kaybetmemek için, henüz doğmamış bir çocuk yüzünden, Şehzade'sinden ayrılıyor. Burada sanki günümüzün modern kadını taşlanıyor gibi. Bu hikâyesinde Bıldırki'nin terazinin iki kefesinde tarttığı, "olmazsa-olur" demeye getirdiği Söke'de gerçekten yaşanmış olan iki dramı anlattığını görüyoruz. Kendi deyimiyle yazar, arada bir "tezli hikâyeler" yazıyor. Bizim tespitlerimize göre Bıldırki, Türk hikâyeciliğine yeni anlatım biçimleri kazandırmanın örneklerini de veriyor.

İşgale uğrayan ülkelerinden sürülen Kırımlıların, kırım günlerini anlatan "Kırım"da yazar; "Orda, bir ülke var uzakta. Aramızda sadece Karadeniz. Uzatsanız kollarınızı, kucağınızda!" [3] sözleriyle hikâyesine başlıyor, aynı sözleri daha 5 yerde de kullanarak, okuyucusuna hiç sezdirmeden olaylar arasındaki geçişi sağlıyor. Bunda, Bıldırki'nin şair yanından getirdiği bir yönünü görüyoruz. Sanki yazar, hikâye bölümleri arasında "nakarat" yaparak bağ kuruyor. Bu hikâyede Mustafa Cemiloğlu'nun doğuşu da sürpriz sonuç olarak karşımıza getiriliyor. "Çekirgeler"de bu tavır, Romen rakamları ve alfabetik harflerle karşımıza çıkıyor:

"C

Sözüm ona, medenî dünyada yaşıyorum. Az buçuk, ben de medenî sayılırım. Ülkemde, Avrupa’ya, bu medenî dünyaya en yakın uçta yaşamıyor muyum? Çalışmakmış! Fazlasını verdim, köle oldum. Bir Maria'nın gönlünü almadım diye, barbarlara karıştım. İşimi kaybettim. Medenî yürüyüşmüş! Hak aramakmış! İçine tüküreyim. Çekirgeler gibi sokakları dolduracaksın. Ulu orta konuşacaksın. Bunca adamı tedirgin edeceksin, korkutup ürküteceksin. Olmazsa, kapı dışarı edeceksin!

- "Bütün Türkler, dışarı!"

Oh, ne âlâ!

İşsizlik, canıma tak etti. Hangi kapıyı çaldımsa, ellerim boş, çevrildim. Çeşitli hakaretlere katlandım. Niçin?

Hepsi yalan! Bunca tuzaklar birer masal!

Bizi, körpe yaşta çektiler buraya. Aklımızdan, gücümüzden, işimizden faydalandılar. Alın terimizin karşılığını bile, onların kasasında sakladık. Ülkemizden gelen seslere aldırmadık. Daha çok kazanabilmek hırsına kapıldık.

Sonuç?

Sonuç ortada.

Geride kalan posamızı ne yapacaklar?

Elbette, cadde-sokak, çarşı-dükkân, okul-ev, şehir-köy, ulu orta meydan meydan haykıracaklar:

- "Türkler, dışarı!"

Karşı koyacağız.

- "Karşı koyacağız da, ne olacak?"

Kendi payıma ben, bıktım, sıkıldım, tükendim. En iyisi, yurda dönmek, değil mi?

IV.

Öncüler, dönmeye başladı. Çekirgelerin akını kırıldı.

Ç

Çekirgelerden kurtuldum.

Artık, memleketimdeyim.

Çok şükür!" [4]

Anlatım biçimi arayışı açısından "Endişe" de dikkat çekici bir hikâyedir. Bu hikâyede giriş bölümü, sonuç bölümünde de tekrarlanarak, sanki "giriş-sonuç" birleştirilmesine ulaşılmak istenmiştir.

14x20 ebadındaki 96 sayfalık kitabın kapak kompozisyonunu İlhan Doğan hazırlamış. *

Hilâl GÜLER
__________________________________

* GÜLER Hilâl , SÖKE'DE YEREL BASIN VE BASIN YAYIN HAYATI, s.395 -398
[1] BILDIRKİ Oyhan Hasan, Üçüncü Günün Öğlesi / Binlerce Susam,.s.46 Doğruluk Matbaası-İzmir 1986
[2] BEŞPARMAK A.K.S.D. Sayı:2 s.16 vd. Ekim 1989
[3] ÜÇÜNCÜ GÜNÜN ÖĞLESİ, s.39
[4] ÜÇÜNCÜ GÜNÜN ÖĞLESİ, s.59 vd.

Cumartesi, Mart 12, 2011

İKİ KALEMDEN BİR KİTAP TANITIMI



"Seslenen Duygularımdır Şiirlerim"
CEYLAN GÖZLÜM

"Böyle sesleniyor şair O. Hasan BILDIRKİ, şiirinin birinde... Biricik eşi sayın Şükriye hanıma armağan ettiği "CEYLAN GÖZLÜM" adlı şiir kitabında. Duygu seline dönen mısralarında, yürekleri serinleten, buz gibi pınar suyuna dönüşen SEVGİ KAYNAĞI, kendi benliğini aşarak, "YAŞAMAK SEVİNCİ" adlı şiirinde şöyle ifadelendiriliyor:

"Seslenen duygularımdır şiirlerim
Virgüllerim kaybolan sisler
Hele,
Hele sorular?
Onlar kaybettiklerim, anlatamadıklarım
Benliğimi saran
Noktalarımda
Sonsuz iri güller gibi
Yaşamak sevinci."

İnsan yaşamında ölümsüz sevginin önemini vurgulayan şair BILDIRKİ, yaşama sevincini dokuz mısra ile ne güzel anlatıyor. Duygu selleriyle beslenen sevgileri, adeta Türk Dili grameriyle, noktalama işaretleriyle, önce resmediyor, sonra da renklendiriyor. Sevgi denklemini kuruyor, ardından da basitçe çözümlüyor.
Öyle ki; "Ceylan Gözlüm" şiir kitabı bir duygular okyanusu.. O okyanusun her damlacığı sevgi minelerinden oluşmuş. Kitabın ilk sahifesini açtığınızda; karşınıza ilk çıkan şiir okuyunca, uçsuz bucaksız, tümüyle sevgi olan bir aleme adımınızı atmış gibi hissediyorsunuz kendinizi. Sanki; yalnız başınıza bir küçük sandala biniyor, ucu-sonu görünmez okyanusa açılıyor, o duygusal ortamın sevgi parıldayan sularında kaybolup, eriyip yok oluyorsunuz.
Değerli yazar; edebiyatımızın usta mimarı, şair Oyhan Hasan Bıldırki'nin "Ceylan Gözlüm" adlı şiir kitabı, altı bölümde kaleme alınmış. Okurken, hiç beklemediğiniz anda, karşınıza bir bölümü çıkarıyor. Size bir soluklama zamanı veriyor. Nefes aldırıyor. Dinlendiriyor. Sıkılmanızı önlüyor. Ustaca düzenlenmiş tiyatro sahneleri gibi. Okuyor, okuyorsunuz... Okumaya doyamıyorsunuz.
"Ceylan Gözlüm" Bıldırki'nin dokuzuncu kitabı. Bu kitabın önceki sekiz kitabından bir ayrıcalığı, kendine has bir özelliği var... Çünkü "Ceylan Gözlüm" dizgisiyle, mizanpajıyla, boş sahifelerdeki resimlendirilmesiyle, olduğu gibi Bıldırki'nin kendi emeği, alınteri, elinin eseri.. Hatta kapak düzeni de Bıldırki'nin buluşu. Kendi bilgisayarında, kendisi tarafından gerçekleştirilen ilk kitabı. O açıdan da ele alırsanız, Bıldırki'nin yazarlık yaşamında bu kitabın özel bir yeri var.
Kendisinin bir öğrencisi, bir yazar ve şair, bir gönül dostu olarak, kendisini kutlarım. Tebrik ederim.
Bıldırki'nin bu güzel eseri, adı gibi ceylan gözleriyle çevresindeki kişilere, eline alan kişilere, özellikle Söke'de uzun süredir birçok adreslere gidip aradığı adresi bulamayan mektubun sahibine ve sahiplerine geniş kapsamlı mesajlar veriyor. Hem de anlaşılır bir dille, anlaşılır bir üslupla konuşuyor.
Umarız ki; Söke'de bugüne dek, bu konudaki duyarsızlıklarıyla bilinen birçok kişi ve çevreler, bu mesajların sesini duyarlar. Anlatmak istediklerine duyarlı olurlar. Ama, gelişmeler ne olursa olsun, "Ceylan Gözlüm" okuyucularının eline ulaşınca; duymayan kulaklara, görmeyen gözlere, duyarsız gönüllere, Söke'de nice O. Hasan Bıldırki'lerin yaşadığını, var olduğunu, onlarla birlikte aynı havayı soluduğunu, aynı acıyı, aynı kaderi paylaştığını bir daha haykıracak.
Adresini arayan mektup (1), bugün değilse de, bir gün mutlaka adresini, sahibini bulacak.. Ve; bu umudun gölgesinde, daha çoook Sökeli Bıldırki'ler yeşerip boy verecek. Çiçek açacak.
Sevgilerimle." (2)

Suat TUTAK

Ekler:
1 BILDIRKİ O. Hasan, Adresini Arayan Mektup - YENİSÖKE / Yıl: 4 Sayı: 901 - 17 Mart 1997
2 TUTAK Suat, "Seslenen Duygularımdır Şiirlerim" Ceylan Gözlüm - SÖKE EKSPRES / 13 Aralık 1997


CEYLAN GÖZLÜM

"Şiir, tanımlanabilir mi? Bazıları "Tanımlanır" bazıları da "Tanımlanamaz" biçiminde yanıtlıyorlar.
Ben, "Şiir okunur!" diyorum. Çünkü, her şiir bir başka tad, bir başka güzellik taşır. Onun için de "Şiir okunur" diyoruz.
Rahmetli dostum ve arkadaşım, eski Erzincan Veteriner Müdürü Hadi Sert'in şu mısralarını okumadan tadabilir misiniz?

"Dantel dantel süslenmiş,
Sıvasız duvarları.
Sarhoş sarhoş yükselen,
Sigara dumanları..."

Bu mısraları, okumayan, onun güzelliğine nereden varacak, onun tadını nereden bilecek?
İşte, şiir budur. Kelimelerle, cümlelerle dantel dantel işlenmiş, süslenmiş, bezenmiş mısralar. Bir de bana duygularımızı, özlemlerimizi, sevdalarımızı katıp da sulayınca daha bir başka olur, şiir dünyası.

***
Gaztemizin yazarlarından, Söke İlçe Millî Eğitim Müdürlüğünün kurucularından, birinci dönem şube müdürlerinden, emekli Edebiyat Öğretmeni Oyhan Hasan Bıldırki, dokuzuncu yapıtını "CEYLAN GÖZLÜM" şiir kitabıyla yayın dünyasına sundu. Kendisini kutlar, başarılar diler, onuncu kitabını da bekleriz.
CEYLAN GÖZLÜM, Dağınık, Sensiz Seninle, Sevgi Üstüne, Memleket Türküleri, Çeşitlemeler, Eylül Kadar Acısın Sen, Karışık gibi yedi bölümden oluşuyor. Her bölümde çok güzel şiirler var. Kitap, 144 sayfa. Kitapları kendisinden, Eğitim ve Bilim Kitap-Kırtasiye Şubelerinden temin edebilirsiniz. Özellikle bu kitabı genç kuşaklara öneriyorum. Bakın niye?

Ey kutsal aşk için ölen
Aslı, Leylâ ve Şirin!
Ve nicesine isimsiz aşıklar,
Ne olur bizi affedin...
***
Biz o kutsal aşkları öldürdük
Karamsar çizgilere döktük.
"Aşk mı?" deyip geçiyor,
Gülerek şimdiki kızlar
Kindar mı kindar!

Daha ne şiirler var. Hepsini isteseniz de yazmam. Biraz da siz okuyun, CEYLAN GÖZLÜM'ü.

USLANMAK
Bir şiirin şafağında
Aya yaslanmışım.
Gönlümde eski sevdalara yer yok
Baya uslanmışım." (3)

Ensar Turgut TEKİN

3 TEKİN Turgut Ensar, Ceylan Gözlüm - YENİSÖKE / Yıl: 4 Sayı:1101 - 17 Kasım 1997

AYDINLATTIKÇA AYDINLAŞMAK

Söz uçar, yazı kalır. Yazı, dün ve günümüzü yarınlara taşıyarak, daha aydınlık ufuklara ulaşmamızı sağlar. Bunun için olsa gerek, ne güzel demişler: "Yazmak, yaşamaktır."
Aydın olma bilincini yüreğinde taşıyan ve "aydınlatma" amacıyla yola düşen M. Kemal Yılmaz, aydınlattıkça aydınlaşmanın örneklerini veren ender seçkinlerimizin başında geliyor. Ondaki yazma merakı, bazılarımızı sayıyla kendine getirmelidir.
Koçarlı-Cincin doğumlu (1921), Umurlu'lu, Söke ve Kuşadası dostu, Aydın'a sevdalı bir seçkin adam M. Kemal Yılmaz'ın "YABAN ELLERDE KALANLAR" (1) adlı son kitabı düştü elime. Yüreğini, yüreğimiz bildiğimiz "ihtiyar delikanlı"nın son eserini bir çırpıda zevkle okudum. Eserde arasına şiirlerini, ya da sevdiği şiirleri de serpiştirdiği düzyazıları var. 140 sayfalık bu eser, şair-yazarın yedinci kitabı. Yaşar Çağbayır'ın dizdiği kitap, Ege Üniversitesi Basımevi'nde basılmış. Ali Akgün'ün tasarlayıp düzenlediği kapak, benim ruhumun da hercü-merci oldu. Yitirdiklerimiz karşısında sarsıldım. Türkiye topraklarının dışındaki şehitliklerimizin sayısının 42 olduğunu öğrendim. Eserde dikkatle okunması gereken üç "Ankara Mektubu" da yer almış: "Turizm Erleri", "Çin İşi, Japon İşi" ve "Ankara'da Dünya Şiir Günü." Çeşitli dergi ve gazetelerde daha önce yayınlanan 21 yazısının yer aldığı kitap; Çanakkale'den izler, şehitlerimiz ve şehitlikler, kitaplar, hapishaneye benzeyen kütüphaneler, ağaçlar, üniversiteler, efeler, kent ve mahalle müzeleri, seyahat etkileşimleri, ilginç özellikleriyle öne çıkan şehirler, yaşanılan dönemden iç ve dış izlenimler, az da olsa siyaset hamuruyla da yoğrularak, okuyucusuna "Merhaba!" diyor.
Yaşadıkça, yaşadıklarından çıkardığı sonuçlarla doğru ilkelere ulaşmıştır. Her biri uzun bir yaşam kesitinin izlerini taşıyan bu ilkeler, bizim de yolumuzu aydınlatacak birer kılavuz olmalıdır.
"Avrupalıların bize insan hakları dersi vermeye hakkı yoktur." (s. 11)
"Yeryüzünde hiçbir ülkenin Türkiye kadar iç ve dış düşmanı bol değildir..." (s. 39)
"Biz unutkan bir millet olmaya başladık. Geçmişte çekilen acıları, katlanılan fedakârlıkları unutan milletler, yeni ve dayanılmaz acıların kendilerini beklemekte olduğunu bilmelidirler." (s. 58)
"Kültürsüz zenginlik eksiktir." (s. 60)
"Yazar, çocuk doğurmayı becerebilen bir ana gibidir." (s. 79)
"Öğrendiklerimizi, deneyimlerimizi öteki dünyaya götürmek olanaksız. Bin bir zorluk ve çaba ile kazanılan bilgiler, deneyimler, biz-den geride kalanların istifadesine sunulmalıdır. Bu da ancak kitap yazmakla mümkündür. Ama, kitap yazmak, önce cesaret ister, sorumluluk duygusu ister, çaba ister. Konuşmak değil, yazmaktır medeniyet. Geriye eser bırakmaktır medeniyet." (s. 84)
"Ağaç yetiştirmek, çocuk büyütmek gibidir." (s. 92)
"Siz ekmek yapmayı biliyor musunuz: Bilmiyorsanız, deneyin lütfen..." (s. 98)
"Kültürel, diplomatik, ekonomik konularda yabancılarla olan ilişkilerimizde, Türkiye'nin görünümü özel bir önem taşır." (s. 109)
"Biz barış zamanında bile anılarımızı bir yere yazamıyoruz." (s. 113)
"Japonya, Çin coğrafyada doğulu ama kafa bakımından batılıdır." (s. 120)
"Yeni bir yabancı dil öğrenmek için yapılacak çaba, en azından insan beyninin pörsümesini, eskimesini önler, insanı tazeler; hayata bağlar. Kötü bir şey mi bu?" (s. 120)
Bir bakıma yaşadığı çağa not düşen M. Kemal Yılmaz, yer yer iğnelemeler de yapmaktan geri kalmıyor:
"Üniversitemizden bir genç bilim adamı, bana "Aydın'da Rum, Ermeni nüfus" üzerinde tarihi bir inceleme yapmakta olduğunu söyledi. İnceleme konularının seçiminde, ele alınış yönteminde çok dikkatli olunmalıdır. Sayıları pek çok olan, zamanla azalmayıp artan Türkiye düşmanlarının milletimiz aleyhine kullanabilecekleri veriler ve bahaneler peşinde koşmakta olduklarını, genç bilim adamlarımız akıllarından çıkarmamalıdır." (s. 58)
"Askerlik, iş yapma, sonuç alma sanatıdır. Bazı sivil kişiler ve kuruluşlar lâf üretirken, askerler iş üretmektedir." (s. 86)
"Siz şimdi artık elektronik posta 'e-mail) ile mi mektuplaşıyorsunuz? Hadi canım sen de!.. Var mı mektup gibisi... Mektup olsun da çamurdan olsun!.." (s. 103)
"İnsanoğlunun yaşamı, bazı yaptığı ve yapamadığı işlerden duyduğu pişmanlıklarla doludur. Bunların ancak bir kısmını itiraf edebiliriz kendi kendimize. Benim yaşamım da öyle. Gereğinden fazla uzun süren yaşam serüvenimde duyduğum pişmanlıkların başında "günlük tutmamış olmam" gelir. Yaşadığım ve gördüğüm ilginç olaylar hakkında günlüğüme kısa kısa notlar yazabilirdim." (s. 113)
"En güzel örnek Türkçe'nin konuşulması gereken televizyonlarda, benim ses ve söz bayrağımın ne hallere düşürüldüğünü görünce içim yanıyor, çok üzülüyorum." (s. 136)
"YABAN ELLERDE KALANLAR"da herkesin öğrenip yararlanacağı çok şey var. Son dönem Türkiye'sini toz-duman eden şu tespiti kulağımıza küpe etsek fena mı olur?
"Bu toprakların ekmeğini yiyenler, suyunu içenler, özgür havasını soluyanlar, vakit çok geçmeden kendimize gelelim. Yurdumuza, Cumhuriyetimize sahip çıkalım. El ele, gönül gönüle, kafa kafaya verelim. Düşmanların oyununa gelmeyelim." (s. 40)

Ne dersiniz?
Kestirmeden söylenen en güzel doğrulardan biri de bu değil mi?(2)

Oyhan Hasan BILDIRKİ

(1) Yaban Ellerde Kalanlar, M. Kemal Yılmaz
Aydın / Umurlu, 2002 - 140 sayfa
Ege Üniversitesi Basımevi, Bornova-İzmir
(2) Söke Ekspres Gazetesi, Darkapı, 5 Ekim 2002 Cumartesi

İKİ ÇİZGİ İKİ KİTAP


Sicili kırık politikacılarımızın gölgesinde, nice maddî-manevî değerlerimizi hortumlayanların üstümüze çökerttiği kara bulutların sıkıntılarını yaşamaya katlanmaya çalışırken, iki edibin gülleriyle karşılaşmanın sevdasına kaptırdım yakamı. Her iki eseri de, -belki de kederimi dağıtmak için- nefes nefese, bir solukta okudum. Bu ilk okuyuştan elde ettiğim sonuçları, sizlerle de paylaşmak istedim.
Haritada; Aydın'dan Mardin'e bir hat çekseniz, aradaki kilometre taşlarının ne kadar da çok olduğunu görürsünüz. Ancak sayısız kilometre taşlarının soğukluğunu, iki gönül arasındaki sevgi sebillerinin serinliğiyle giderebilirsiniz. Söze konu kilometre taşlarının bir ucundaki Mustafa Kemal Yılmaz ile öte yakasındaki Abdülkadir Güler, sanki sözleşmişler gibi iki kitapla yayın dünyasına tekrar merhaba dediler. Selâmlarını, gönlümüze taç eyledik. Ayrı ayrı zamanlarda iki noktadan yola çıkanların, aynı doğrultuda buluştuklarını biliyorum. Mustafa Kemal Yılmaz, "UMURLU'DA BİR ZEYTİN AĞACI" (*) adlı eserinde; yakın çevresindeki şairler, yazarlar ve bazı politikacı dostlarıyla ilgili anılarını anlatırken, bu duygu ve düşünce adamlarının edebiyat dünyası için altın değerinde olan anılarına da yer veriyor. Satır aralarında gezinirken, şiirinin kozasını oluşturan ilkeleri de görebiliyorsunuz: "Kağnılara, katar katar develere ben de yoldaş oldum. Senin "Tabanını kum yaktı.", benimkine de diken battı." (Age, s. 38) Diğerlerini saymazsak, Yılmaz'ın bu eserinde bizim çevremizin insanlarından; Mahmut Özay, İrfan Özaydınlı, Mahmut Esat Bozkurt, İskender Cenap Ege, Sunullah Arısoy ve Ahmet Güçsav yer alıyor. Sıcak, samimi bir anlatım, okuyanı sarıyor; sıkılmıyorsunuz.
"SÖKELİ Bir Güzel Adam AHMET GÜÇSAV" (**), Abdülkadir Güler'in son kitabı. Bir vasiyeti yerine getirmek amacıyla kaleme alınan kitap, Güçsav'ın çevresinde halkalanan anılar dehlizi. Gün ışığına çıkarılan anılar, Söke'nin yakın tarihine de ışık tutuyor. Yedi bölümden oluşan kitaba bir kaynakça eklenmesi de güzel. Günümüz Sökesi'nin ortaya çıkmasında, karınca kaderince, kâh düşünceleriyle, kâh projeleriyle etkili olan Ahmet Güçsav'ı, yeniden önümüze getirip bırakan Abdülkadir Güler'i, ahde vefasından ötürü kutlamak istiyorum.
Ahmet Güçsav, örnek bir insan. Kasabada yaşayan nezih bir İstanbul efendisi. Yaşadığı zaman içinde yerel sorunlara dikkat çeken Güçsav, aynı zamanda güzel Türkçemizin de dostudur. Bir hukuk adamının kültürel meselelerde de ortaya çıkması, bazı kurum ve kuruluşların doğuşunda önderlik etmesi, yaşadığı şehri sevmesi, aramızda yaşayan bazılarımıza da kılavuz olmalıdır diye düşünüyorum. Zira; "İnsanlar elbette doğup büyüyecek ve bir gün geldikleri bu dünyadan göç edeceklerdir. Fakat önemli olan, bu göçün arkasında güzel eserler, hatıralar ve izler bırakabilmektir." diyen Ahmet Güçsav, haklı değil mi? Haklı olmasaydı Güçsav, adına düzenlenen kitaptan günümüze taşar mıydı hiç?

"Kimi çoktan yitmiş,
Kimi eğik, kimi yan yatmış
Kiminin kırılmış başı...
Kitaplar
En dayanıklı mezar taşı..." (***)

Nereden nereye? İki dost, aynı vadide, şair gönüllerinin verdiği ilhamla değerbilirliklerini, nadide iki kolye halinde boynumuza taktılar. İki bin bir Ocak'ının arakesitinde buluşan, bu iki dost kalemi, yürekten kutlarım.

Oyhan Hasan BILDIRKİ

(*) Mustafa Kemal YILMAZ, UMURLU'DA BİR ZEYTİN AĞACI, 114 s. - Aydın / Ocak 2001
(**) Abdülkadir GÜLER, SÖKELİ BİR GÜZEL ADAM AHMET GÜÇSAV, 172 S. - Söke / Ocak 2001
(***) Mustafa Kemal YILMAZ, Age. s. 3

ÖTÜKEN TÜRKÇE SÖZLÜK VE YAŞAR ÇAĞBAYIR



Türk dilinin zenginliğini gerçekten ortaya çıkaran, aklımıza takılabilecek olan "Türkçe nedir?" sorularının tamamına cevap bulabilecek olduğumuz "Türkçemizin En Büyük Sözlüğü" sonunda, 3 Mayıs 2007 tarihinde Ötüken Yayınları arasında çıktı. Bu sözlüğü Türk dünyasına kazandıran dostum Yaşar Çağbayır'ın, hazırlık sırasında nelere, nasıl katlandığını, neler çektiğini, kaç defa çöken bilgisayarını omuzlayıp servise götürdüğünü yakından biliyorum. Ondaki sabrın meyvesi; "ÖTÜKEN TÜRKÇE SÖZLÜK" adıyla çiçek açtı. Baştan; dilimize kazandırdığı bu eser nedeniyle Yaşar Çağbayır'ı ve sözlüğün basımını gerçekleştiren Erol Kılıç ile Ötüken Yayınevi'nin bütün ilgililerini yürekten kutladığımı belirtmeliyim.
"ORHUN YAZITLARINDAN BUGÜNE TÜRKİYE TÜRKÇESİ'NİN SÖZ VARLIĞI ÖTÜKEN TÜRKÇE SÖZLÜK", emsalsiz bir sözlük. Sözlük neyse o. Türkçe'mizin ağırlığını, muhteşemliğini sergileyen gerçek ayna. Dilimiz Türkçe'yi sadece "çöğür şairleri"nin dilidir sananları, bu yüzden Türkçe'nin fakir bir dil olduğunu ileri sürenleri de aydınlatacak bir bir eser; Ötüken Türkçe Sözlük. "Günlük hayatta kullandığımız kelimelerden Eski Türkçe'ye kadar Türk diline ait 246.000 sözcük içeren Ötüken Türkçe Sözlük, satışa sunuldu. Sözcük sayısıyla olduğu kadar içeriğinde yer alan Osmanlıca Dizin'le de Türkiye'de bir ilk olan ve 38 yıllık çalışmayla hazırlanan Ötüken Türkçe Sözlük, 5 ciltten ve 5.744 sayfadan oluşuyor.
Ötüken Türkçe Sözlük, emekli öğretmen ve araştırmacı yazar Yaşar Çağbayır tarafından, Türkiye ve dünyada Türk dili üzerine yazılmış "Atabetü'l-Hakayık"tan çağdaş edebî metinlere kadar yaklaşık 1700 eserin incelenmesiyle hazırlandı. Ötüken Neşriyat A.Ş tarafından basımı gerçekleştirilen sözlüğün, Türkçe'yi doğru ve etkin kullanmak isteyen ve metin çalışmaları yapan herkes için kaynak eser niteliğinde olduğu belirtiliyor. Göktürk, Eski Uygur, Hakaniye, Oğuz, Eski Anadolu, Osmanlı, Çağdaş Türkiye Türkçesi ile Anadolu, Rumeli, Kıbrıs, Kerkük Ağızları'nın yanı sıra sözlükte 235 sayfadan oluşan Osmanlıca Dizin de yer alıyor. Osmanlıca alfabeye göre hazırlanan dizin sayesinde Ötüken Türkçe Sözlük'ün içerisinde bulunan Osmanlı imlasıyla yazılı yaklaşık 55 bin kelimenin farklı okunuş ve anlamlarına kolayca ulaşılabiliyor.
Sözlük kullanıcılarının bilgiye daha kolay ve çabuk ulaşabileceği şekilde hazırlanan Ötüken Türkçe Sözlük'de; sözcüklerin doğru okunabilmesi için gerekli işaretlemelerle, sözcüğün hangi kaynaktan alındığını belirten parantez içi açıklamalar da yer alıyor."[1]
"Geçen yıl bugünlerde, bu sayfalarda "Bir sözlüğün hikâyesi"nden söz etmiştim. Öğretmenliğe başladığım yıllardan beri yaptığım çalışmaları özetlemiştim. Şimdi o yazımdan bir yıl geçti. Ve o sözlük basıldı, gün ışığına çıktı. Bizzat bilgisayar başında çalıştığım yıllarda bitmeyecekmiş gibi görünen o sözlük nihayet okuyucunun eline sunulabilecek hâle geldi. Bilgisayar ortamına aktarırken hep uçsuz bucaksız ve ucu bir türlü görünmeyen bir tünelin içindeymiş gibi hissediyordum kendimi. Ve bir taraftan da etrafımla ilişkilerimi en az düzeye indirmiş, ne oluyor ne gidiyor diye olaylara az veya çok bir ilgi bile duymuyordum. Ve ben ilgi duysam da duymasam da nasıl Büyük Menderes kendi yatağında akıp gitti ise, olaylar da benim dışımda akıp gitti. Olaylar kendi yoluna gitti, ben de kendi işime baktım. Ve sonunda bahsettiğim gibi Orhun Kitabelerinden Bugüne Türkiye Türkçesinin Söz Varlığı olan Ötüken Türkçe Sözlük'ü bitirdim."[2]
"Uçsuz bucaksız ve ucu bir türlü görünmeyen bir tünel"den çıkmak... Aradığınız ve beklediğiniz sözlük. Türk dünyasıyla Türkiye Türkçesi arasında kurulmuş köprü. Herkesin yapabileceği bir kaşık değil. Sapı tam ortasına denk getirilmiş bir eser.
Mutluluk bu işte? Öyle değil mi? Yazarı için de, Türkçemiz için de... Sebep olanları kutlarım.

Oyhan Hasan BILDIRKİ
--------------------------------------------------------------------------------
[1] http://www.otuken.com.tr/index.asp / Tanıtım Yazısı.
[2] Çağbayır Yaşar, (Yeni Söke Gazetesi, 3 Mayıs 2007)

BOŞLUK

Neyin nesi diye sorduğumuz bu hayat kavramını, şu dünyada tam anlamıyla açıklayabilmiş bir varlık olduğunu sanmıyorum. Somut bir kavram gibi görünen; fakat nereden geldiği belli olmayan bir sözcükten kim, nasıl bahsedebilir ki? Bazıları beynindeki sözcükleri kurcalayıp. Onlardan bir cümle kurar. Ona göre hayat tek bir cümledir. Bazıları da maksat anlamını anlatmış olmak için, bildiği tüm sözcükleri kullanır. Onlar gerçekten söyledikleri, ifade etmek istedikleri cümlelere inanırlar mı? Belki de inanırlar! Bilinç altlarına işlemiştir bir kere kafalarındaki "hayat" kavramı. Başkası ne derse desin onun için hayat hep aynı "hayat" olarak kalacaktır.
Şimdilik benim gözümde hayat, keşfedilmemiş bir boşluktur. Kim biliri belki bir gün ben keşfederim de, o zaman bu keşfedilmemiş boşluk kavramı da silinir aklımdan.
Hayat bir yolculuktur deriz. Kimse düşünmüş müdür peki, bu yolculuğun nasıl bir yolculuk olduğunu? Ya da bu yolculuğun nasıl bir yolculuk olduğunu?
Bir otobüstesin... İki katlı, üst tarafı beyaz, alt tarafı siyah bir otobüs. Otobüse seni annen ve baban bindirir, ama onlar da bilmez otobüsün nereye gittiğini. Beyaz boyalı üst kata oturursun ilk bindiğinde. Çünkü beyaz olan kat senin daha çok hoşuna gider. Yolcular yavaş yavaş doluşurlar otobüse; ama ne gariptir ki kimse nereye gittiğini, neden gittiğini bilmez. Bir kaynaşmadır başlar yolcular arasında. Sonra bir dinlenme tesisine girer otobüs, dışarı çıkıp hava alırsın. İçine çektiğin hava var olduğunun bir kanıtıdır. Sonra yolculuk devam eder. yolcular arasında haylazlar da çıkar. Başlar bir tartışma otobüsün üst katında. Senin de sinirlerin gerilir ve kötü, kırıcı sözler söylersin. Yolcular arasında artık sevilmemeye başlarsın. Yalnızlık duygusu kaplar benliğini. Git gide bu öfkeye dönüşür ve karanlığa düşersin. Yolcular da seni üst katta istemiyorlardır zaten ve otobüsün alt katına inersin. Yani siyah boyalı katına. Orda kimsecikler yoktur, aslında vardır da sen göremiyorsun karanlıkta. Oturmak istemezsin oradaki koltuklara, çünkü hiç rahat değildirler. Sonra kolundan çekip durur oradakiler. Zor kurtulursun ellerinden, arkasından da şoföre bakmaya gidersin, lakin onu bir türlü bulamazsın. Bir yandan yalnızlığın verdiği öfke, bir yandan da karanlık korkusu seni deliye çevirir ve hıçkırıklara boğulursun. Derken yukarıdan gülüşme sesleri gelir. Ne kadar da mutlular diye öfkelenirsin. O sırada üst kattan biri gelip "ağlama" der sessizce, seni elinden tutup yukarı çıkarır, ondan kurtulmaya çalışmazsın. Zaten olmak istediğin yer burasıdır. Yine de yaptığın davranışlar nedeniyle onlardan utanırsın. Ama güzel bir söz öğretmişti sana annen. O söz aklına gelir ve "özür dilerim" dersin. Herkesin yüzündeki soğukluk, tebessüme dönüşür, sarılırlar sana. Artık mutlusundur. yolculuğunu hep yanındaki sevdiklerinle geçirmek istersin. Senin için hayat budur. Karanlığa düştükten sonra aydınlığın değerini anlarsın.
Böyle giden bir yolculukta şoför bazen hızlı gider, bazense yavaş. Ama şoför artık daha da yavaşlamaya başlamıştır ve sen etrafındakilerin de yavaşça ortadan kaybolduklarını görürsün. Otobüsün her durmasında birkaç yolcu azalıyordur. Otobüs de gittikçe yavaşlamaya başlamıştır. Yavaşlamasıyla kendinde de bir huzursuzluk hissedersin. Camdan dışarı bakar ve otobüsün bir uçuruma yaklaştığını görüp titremeye başlarsın. Şoföre "dur" diye bağırırsın; fakat... artık çok geçtir. Otobüs uçurumu geçmiştir.
Belki de hayat böyledir. Sonu olan bir yolculuk. Bir otobüs yolculuğunun sonu olduğu gibi hayat da bir gün son bulur. Önemli olan aydınlık bir hayatta yaşamaktır. Karanlığa girmeye de, aydınlığa girmeye de sen karar verirsin. Hayatta bazen mutlu, heyecanlı, bazen de mutsuz ve yorgun olmak da senin elindedir. Çünkü hayatın şoförü insanın kendisidir!

Begüm TAM

EN GERÇEK MASAL

Küçükken anlatılan masallar, ne kadar uzaklaştırmıştı bizi gerçeklerden o yaşlarda.sonra zamanla masallardan kurtulup, gerçeği öğrendik. Sevdiklerimizi kaybedip, onların ölümlerini yani sonsuza dek yok oluşlarını gördükçe kaybetmeyi, çaresizliği, imkansızlığı tattık, gitgide gerçeklerden nefret ederek. Umudunu kaybetmiş, hayattan yorulmuş insanların o sonsuza dek yok oluş gününün gelmesi için ettiği duaları duyduk zaman zaman.Yeri geldi, insanların kendileriyle bile paylaşmaktan korktukları sırlarını dinledik, yeri geldi sabırsızlıkla beklenen mutlu anların hayal kırıklıkları ile sonlanmasına tanık olduk.Ani bir kararla hayatların mahvoluşunu, pişmanlıkları, haykırdıkça büyüyen nefretleri... Hepsini ama hepsini ya biz yaşadık ya da yaşayanlardan bir parça aldık.
Küçükken, büyümek ve kendimden küçüklere galip gelmek isterken, büyüdükçe aslında onların bize galip geldiğini fark ettim. Çünkü büyüdükçe her şey daha da kötüye gidiyordu ve ben hep onlara özeniyordum. Yıllar geçtikçe eskiyi, hatta bir sene öncesini bile özlemeye başladım. Sonra masalları ve küçüklüğümü düşündüm.
Halbuki, ne kadar güzeldi masallar. Saraylar, hizmetçiler, beyaz atlı prensler... Hiç mi kötülük olmazdı sanki? Kötü kalpli kraliçeler, cadılar da mı olmazdı? Olurdu ama ne var ki hep iyilik kazanırdı sonunda. Hep mutlu sonla biterdi masallar...
Anlayamadığımsa o yaşlarda gerçekler yerine, masallarla tanıştırılmak. Ne kadar acımasızca oysa. Önce seni her şeyin mutlu sonla bittiği bir dünyanın içine sokuyorlar. Kötü kalpli cadılar, kırmızı başlıklı kızı yemeye çalışan kurtlar, pamuk prensesin kötü üvey annesi ölüyor ve sen hayattan hep kötülüklerden uzak mutluluk dolu bir dünya bekliyorsun. Ama sonra senden gerçekleri görmeni istiyorlar. Çünkü zamanı gelmiş. İşte bundan sonra mutsuz oluyor insanlar. Kurdukları dünyaya kendilerini öyle kaptırıyorlar ki, her şeyin o dünyadaki gibi daha da doğrusu masallardaki gibi olmasını bekliyorlar. Ne yazık ki beklediklerini bulamayıp, mutsuzluklarla dolu bir hayat yaşıyorlar.
Ne olurdu sanki gerçekler bu kadar acı, masallar ise gerçeklerden bu kadar uzak olmasa! Ne olurdu?

Damla ÖZCANYÜZ

HUZURSUZLUK İÇİNDE HUZUR

Ağırlık çökmüştü üzerime. Evet, ağırlık çökmüştü. Peki, neden çökmüştü? Ben bu çöküşü bir yerden hatırlamalı mıydım? Ağırlık sonrası enkaz yığını gibiydi bedenim. Sanki aylardır uyuyormuş da yeni uyanmış bir insan gibiydim. Anlamsız bir rüyâ sonrası uyanan bir çocuk gibiydi hislerim.
Gündüzüm yeni sahne almıştı, yelken açmıştı bu güne. Ve sonrasında yorucu, bıkkın, sanki bir dahaki güne kadar gözlerimi açmamak istercesine akşamımı bekler oldum. İnsanların hareketleri o kadar yapmacıktı ki kendimi yeryüzünde çerçevelenmiş hissediyordum. Bu güne hoşça kal demek için hazırlanıyordu dilim. Karanlığı beklediğimi bir tek ben biliyordum. Oysa başkalarına anlatmak istemiyor da değildim. Ama hepsi birbirinden Polyanna'ydı biliyordum. Beyazın üstünde oturuyorlar, kırmızıya özlem duyarak yaşıyorlar; fakat siyahı sevmesini bilmiyorlardı. Kendi yarattıkları derinliğin esiri olmuş insanlardı. Mürekkebi yalamak yerine gözlerine sıvamak zevki bu hayatın neresindeydi?
Akşam yine geç yatmıştım. Nedenini bilemediğim bir acı saplanıyordu yüreğime, gözlerim kararıyor, içimden geleceğe küfretmek istiyor, bir de yalnızlığıma özlem duyuyordum. Sonra, sonra mı? Sonra yarama tuz basılıyor, neden acı çekmeli insanlar diyordum. Sanki bir katilmiş gibi davranıyordum saate. Gözlerimin kepenkleri ağırlaşıyor, ben de bu sayede uykudan zevk almaya niyetlenmiş oluyordum.
Sabahında sorularla başlıyorum dizinin bu bölümüne. Ne zaman öleceğimi bilmediğimi bildiğim için bir soru soruyorum kendime: "Yarın ne olacak?" Ve bununla gelen bir dizi cevap başlarına hep keşkeler ekliyorum ve optimist konulu monologum sona eriyor.
İçimde yine bir boşluk, yine bir endişe ve bir umarsızlık... sanki bir sinyal arıyor bedenim evrimini tamamlamak için. Sonra gücüm tükeniyor, karşıma çıkan ilk kıza ilgi duyuyorum. Israrkeş bir tavırla Charlie Chaplin şeklinde gülümsüyor suretim. Ama nedenini ben de bilmiyorum. Yalnızlığımı o an için kaybettim ve hiç bu kadar kararsız olduğumu hatırlamıyorum. Şikâyetçi miyim ben de bilmiyorum. Bildiğim tek şey bu gelgitlerle hayat bir melodi oldu bana.
Ve yine başlıyorum; karanlığa dalmak lazım bunun için. İyimserlik mateminde sarı gül tutmaya başlıyor bedenim.

Hidayet Erdem ÇAY

CEVAP ANAHTARIM



İşte yine gecenin karanlığındayım, bu kez kim söndürdü ışıkları? Ama yalnız değilim bu sonsuz karanlıkta. Yanımda sensizliği de taşıyorum. Gittiğim, gördüğüm, gezdiğim her yerde o var; anlayacağın gölgem gibi hep peşimde... Çok acı veriyor biliyor musun, seninleyken sensiz kalmak... Sana bu kadar yakınken, ulaşamamak... Bazen düşünüyorum da, neden ben değilim senin sevdiğin? O senin sevgini kazanmak için ne yaptı, ağladı mı her gece benim gibi, yoksa haykırdı mı yüzüne "Seni seviyorum" diye? Hiçbirini, hiçbirini yapmadı! O senin için kendisinden, hayatından hiçbir şey feda etmedi. Ama ben... Hayatımın en önemli varlığını, sevgimi verdim sana... Ve bununla beraber her şeyimi... Zamanımı, göz yaşlarımı ve henüz sayamadığım bir çok şeyi.
Ağladım senin için; her gece, hiç bıkmadan, sessizce ama ümitsizce... Bu gece de ağlıyorum, ama bu kez başka bir nedenle. Seni kaybettiğim ve bir daha hiçbir zaman kazanma şansımın olmayacağı geldi aklıma. Artık başka biri var senin hayatında. Bundan sonra o sarılacak sana doyasıya, o bakacak senin masum gözlerine... Yalnızca bu düşünceler bile beni karanlığın en dibine itiyor. Seni onun yanında görünce içimden bir şeylerin kopup gittiğini hissediyorum. Ve habersizce giden bu şeyin adı "umut". Umudum yavaşça tükeniyor ve yerini uykusuz gecelere, gözyaşlarına bırakıyor. Ama işin kötüsü de, beni bırakıp giden sadece umudum değil. Sen de gittin hayatımdan, bir hayalet gibi ve hazır değildim gidişine... Ağladım... Ama hazırlıklı olsam da fark etmezdi, şu an olduğu gibi...
Kelimeler, sevginin yoğunluğuyla işlenmişken, kalemi kağıda götürdüğüm anda adını yazdım. Çünkü tam sevgim sana... Sevgimi paylaşmayı sevmem ben, tek bir kişiye adarım onu. Doğru ya da yanlış biri uğruna harcarım kendimi. Peki ya sen? "Aşağıdaki kişilerden hangisi doğrudur?" sorusuna hiç tereddüt etmeden cevap verdiğim seçenek misin? Doğru yanıt sen misin? Cevap anahtarına baktım, kalbime! Orada kocaman harflerle senin adın yazıyor ve kalbim adınla birlikte atıyor... Şu an tüm sorularda benim tek seçeneğim olsan da sen bunların hiçbirini bilmiyorsun ve asıl bu düşünce beni mutsuz ediyor. Ben kendi dünyamda, sensizliğimle beraber bunca şey yaşarken sen bunların hiçbirini bilmedin. Ama ben her şeye rağmen sana verdiğim sevgimi kimseyle paylaşmayacağım. O, sadece sana ait, sana özel ve bende özel...

Seren DİRİK

GÖZLERİNDEKİ HÜZÜN

Her zamanki gibi ağır ağır çıktı merdivenlerden, bir yandan da basamakları sayarak. Onuncu ve en sonuncu basamakta duraksadı bir an. "On" diye düşündü. "On..."
Yıllardan beri hiç değişmemişti. Hep aynıydı. Bunu bildiği halde, alışkanlıktı onunki, her seferinde sayardı. Hafif bir telaşla baktı saatine. 19.15. Eşinin gelmesine tam bir saat vardı. Daha bir telaşlanmıştı sanki. Bu telaş içinde çantayı kurcalamaya başladı. Anahtarı bulup dış kapıyı açtı, asansöre baktı. Beşinci kattaydı. Çağırmak için düğmeye bastı ve beklemeye başladı. Hafif tıkırtılar eşliğinde aheste aheste indi asansör. Geldiğini bildiren ses apartman içinde yankılandı. Kapıları açtı, girdi. Karşıdaki aynada kendisiyle burun buruna geldi. Aynaya bakma cesaretini yıllar önce kaybetmişti oysa. Ama yine de dayanamadı. Bir kez daha baktı; gözlerinin altındaki mor halkalara, çökmüş suratına. Gözlerindeki ışıltıları yıllar önce kaybetmiş, yerini biraz hüzün, biraz bıkkınlığın almasına engel olamamıştı. Kapıların açılmasıyla daldığı düşüncelerden kurtuldu. Asansörden çıkıp evin kapısını açtı. Evin her zamanki kendine has kokusu sardı dört yanını. Bu bile onu rahatlatmamıştı. İlk zamanlarda çekici gelen bu koku artık nedense beraberinde başka şeyler getiriyordu. Yatak odasına girip üstünü değiştirmeye başladı. Gözüne eşinin eşyaları çarptı. Hafif bir mide bulantısı hissetti. Nedense itici geliyordu bunlar ona. Mutfağa gidip yemekleri ısıttı. Hüzünle çıktı, "Kaç yılım burada geçti acaba?" diye düşünerek. Biraz dinlenmeye ihtiyacı vardı aslında. Salona geçip kanepeye attı kendini.
Duvardaki resimlere takıldı gözü. Buruk bir edayla süzdü her birini. Düğün resimlerini, onun hemen yanındaki seyahat resimlerini... Hepsinde büyük bir mutluluk, ayrıca büyük bir tebessüm vardı yüzünde. Bir zamanlar aşık olduğu adamın yanında mutluydu o zamanlar. Şimdiyse her şey çok değişmişti. Başta aşık olduğu adam...
Duygusal, ağırbaşlı olan bu adamın yerini şimdilerde canavardan farksız bir kişilik almıştı. Evde her gün farklı bir kavga çıkıyordu. Daha dün bir kavga patlak vermişti aralarında. Bu seferki hepsinden şiddetliydi. Bir süre bağırmışlardı birbirlerine. Her zamanki gibi yenen taraf, karşı taraf olmuştu. Vücudundaki ağır yaraların acısıyla yerde bir süre baygın kalmıştı. O bu haldeyken adam çekip gitmişti. Ayağa kalkmaya çalışmak boşunaydı. Kalkamayacak kadar halsizdi. Yattığı yerden bağıra çağıra ağlamaya başladı. Vücudundaki yaralar değil, kalbindeki yaralardı onu bu denli ağlatan.
Bin bir zorlukla doğruldu. Kararını vermişti; gidiyordu. Topallayarak valizini toplamaya gitti. Bir bir çıkardı giysileri askıdan. Koymaya başladı valize. Yarı yarıya dolmuştu ki vazgeçti, boşaltmaya başladı yeniden.
Başından beri biliyordu aslında. Gidemezdi. Kapıyı çekip çıkmak o kadar da kolay değildi. Acı acı düşündü; "Tilkinin dönüp dolaşacağı yer kürkçü dükkânıdır" diye. Gidemezdi.
İşte bunları düşünüyordu şimdi. Bir yandan da bütün bu olanlar film şeridi gibi geçiyordu gözlerinin önünden. Kapının çaldığını duydu. Kocası gelmişti. Telaşlı telaşlı gitti kapıya, bütün gayretiyle gülümsemeye çalışarak.

İzel TONTAŞ

HAYAL GÜCÜMLE KONUŞURKEN

İnsanlık ne zaman doğmuştur? 'Milattan önce' kavramlarıyla ifade edebilmek mümkün müdür? Güneş yılından önce, Ay yılından önce, yazıdan önce, ateşten önce... Çok önce...
Peki ya bilim? Bilim ne zaman doğmuştur? Hani hep der ya insanoğlu "Bilim Arabistan'da doğdu, bilim Ege kıyılarında doğdu veya bilim Avrupa'da doğdu" diye; bunların hepsi kıskançlığın getirmiş olduğu saçmalıklar. Bilimin ne zaman doğduğunu ben anlatayım size. Ama hazırlanın, yolumuz uzun. Hem de muammaya doğru epey bir uzun...
Bundan uzun yıllar önceymiş, kaç yıl önce olduğunu Yunan mitolojisinden Zeus da bilmiyor, çok sevdiğim tarih öğretmenim de bilmiyor, örgü ören büyük annem de bilmiyor. Ben biliyorum ama söylemem. Maksat siz meraklanın.
İnsanlık yeryüzüne inince bulutların içinden, kanatlarını bir kenara bırakmış, yer çekimi kanunu var zaten, kanatlara ne hacet? Yanında getirdiği '007' şifreli özel sandığından bir cisim çıkarmış. Küçük, mütevazı bir şeymiş bu cisim. Adı da "bilim" miş. Böyle her derde deva, reçetesizmiş bu bilim ama kaliteliymiş. Bakmayın şimdi işportaya düştü. Neyse, konumuzdan sapmadan, bu bilim -dünyanın havasından mıdır, suyundan mıdır bilinmez- gitgide büyümeye başlamış. Kendinden sonra gelen nesillere bir nefer olmuş, yol göstermiş. Sonra kandili bulmuş insanoğlu, bilimi unutmuş. Ama bilim altta kalır mı? 'Alın size ampul' demiş, 'Alın size flüoresan' demiş. Yaralı bir şeymiş bu bilim. Herkesin hayatına yerleşmeye başlamış. Yeni icatlar yapmış, bilinmeyenleri keşfetmiş, hayat bile kurtarmış bu bilim. Sonra yine uzun yıllar geçmiş. Bilim artık her şeyi buldu, geliştirdi ya, saçmalamaya başlamış. Küp şeklinde karpuzlar, kapıları yukarı açılan arabalar, kendi kendini temizleyen dış cephe boyaları falan... Lüzumsuz şeyler bulmaya başlamış, insanlara dert olmuş. 'Bilime söylesek de bizim kuzu tandırı hap şekline getirse. İş toplantılarında at bir tane ağzına Cevdet Abi, oh mis gibi tandır' diyerek yoldan sapmaya başlamışlar.
'E hani yararlıydı bu bilim, neden böyle oldu?' mu diyorsunuz? Aaah aah, daha neler göreceğiz... Bilim, yan sanayiden üretilen Çin mallarıyla birlikte 'Bir milyoncu' gençliğinin eline düştü de o yüzden. Aman evladım! Ne yapın, ne edin, kurtarın şu bilimi onların hain pençelerinden. Tamam, bazen abuk sabuk şeyler geliştirse de güzeldir bilim. Büyük dedelerinizi dinlemeyin. Onlar 'gavur icadı' diyip sevmezler ama, romatizmaları tutunca fizik tedavi bölümüne gitmeyi de iyi bilirler.
Bilim iyidir, hoştur ama aynı zamanda hem otomobil direksiyonudur hem de uzunlu kısalı gece farı. Hayatımızın içindedir, tasarılarınızda yanı başınızda. Yolunuza taş mı çıktı, bir direksiyon kadar yakındır. Sağa ya da sola kırdınız mı, hafif de virajdan dikkatli geçtiniz mi tamamdır. Engeller açısından kafanıza ya da lastiğinize takılan hiçbir şey kalmaz. Ama hava karardı, bu kararan hava bazen yaşantınızdaki bir sokak lambası da olabilir. Nereye gideceğinizi bilemiyorsunuz. Ne yapacaksınız? Ter bastı, ateşler içindesiniz, karnınıza ağrılar giriyor... Neden bu kadar tasa? Açın gece farlarını yolunuz aydınlansın. Geleceğiniz hakkında fikir sahibi olun. İhtiyaçlarınızı gideren, mantığınız veya sağlığınız için bir yardımcınız var; o da bilim.
Gereksinimlerle birlikte doğan, başucunuzda, omzunuzda duran, bazen de sizden önce koşarak yarınlarınıza dair fikir edinerek, sizin için bir şeyler geliştiren bilim; ömrünüzde hep büyük pay sahibi olacak. Yeni görevler onu bekliyor, unutmayın!
Üstelik 'İşim olmaz ya' diyerek bahaneler uydurmayın. Yakında devletimiz sahip çıkacak bu bilime. SSK sayesinde beş kuruş ödemeden alabileceksiniz. Hatta ilaç yazdırmaya gidince 'Yaz evladım; oradan bir ağrı kesici, bizim toruna bir ateş düşürücü, bir de bilim' diyeceksiniz. 'Belki kullanmam doktor bey oğlum ama ilaç torbamda bulunsun' derken muhabbet uzayıp gidecek.
İşte budur, ben anlattım size bilim nedir, ne değildir. Siz anladınız mı bilmem ama umarım değerini fark etmişsinizdir. Bazen bizle, bazen de bizden öncedir bilim, değerini bilene...

Ayşe MALCI

"HAYAT" YENİDEN

Yepyeni bir sayfa daha... Hayatımı daha kaç sayfaya sığdıracağım bilemiyorum. Yaşıyorum, evet. Hala dimdik ayakta durabiliyorsam, bu senin sayende sevgilim...
Yokluğun bile beni böyle tutabiliyorsa, varlığın beni ne hale sokar düşünemiyorum. Bazen "İyi ki burada değilsin," diyorum. Yoksa seni bu kadar özleyemezdim, yoksa yokluğun içimi bu kadar acıtsa da bir yerlerde var olduğunu bilmek rahatlatamazdı beni.
Yokluğuna alışmaya çalışıyorum. Gittiğin günden beri ev çekilmiyor artık. En sevdiğin koltuk boş, en sevdiğin çiçekler vazodalar yine. Kıyamadım hiçbirine. Hala senden bir şeyler aradığımdan belki de. O koltuğa ben bile oturmuyorum. Sadece karşısına geçip seni orada hayal etmekle yetiniyorum. En komik anlarımızı getiriyorum aklıma, gülmeye çalışıyorum ama bir türlü olmuyor. Yoksun çünkü. O günler seninle güzeldi, hayallerimde hep birlikteydik. Şimdi ne sen varsın ne de hayallerim. Daha böyle kaç gün geçecek bilmiyorum ama güçlü olmaya çalışıyorum yine de. Mutfakta bana yardım eden biri yok artık. İşime karışan, beğenmediği her şeyi hemen söyleyen ve kendi yapmaya çalışan, beni kıskanan, "Bunu giyme" diyen, kapıyı çarpıp giden, her şeye rağmen SENİ SEVİYORUM demesini bilen biri yok artık.
Bana kızıp evi terk edişlerini bile özledim. Ertesi sabah masum bir çocuk gibi benden özür dilemeni özledim. Bana sarılıp ağlamalarını özledim. O şen kahkahalarını özledim. Arkana dönüp gitmelerini özledim, Seni özledim, seni... Gelmeyeceğini bile bile her günümü, bugün belki geri döner umuduyla yaşıyorum. "Bugün gelecek." Gelmeyince, "Kesin bir şey olmuştur, işi çıkmıştır" diyorum. Avutuyorum kendimi. Daha ne kadar avutacaksam... Olmayan bir şeyi nasıl geri getirebilirim ki zaten. Giden gitmiş, yalvardığım halde kalmamışsa ne yapabilirim? Yeteri kadar savaştım; ama sensizlik bu savaşı kazanmaksa, ben kazanmayı değil, kaybetmeyi istiyorum. Yine eskisi gibi olalım, o ilk tanıştığımız güne dönelim istiyorum. Artık ne istersem isteyeyim olmayacak biliyorum.
Bugün yine aynı umutla kalktım. Kahvaltıyı senin istediğin gibi hazırladım. Sanki sen varmışsın gibi yaptım. Sen gittiğinden beri ilk kez bulaşık yıkadım. Tam istediğin gibi tertemiz oldu mutfak. Evi toparladım, sildim, süpürdüm. Hoşuna gidecek her şeyi yaptım. Sevdiğin müzikleri dinledim, resimlerimize baktım. Ne güzel günler geçirmişiz meğer, ne çok şey paylaşmışız. Birlikte neleri aşmışız ama kendimize gelince her şeyin altında kalmışız. Bir şeyleri yok etmişiz ya da yok olan bizmişiz...
Şimdi nerelerdesin kim bilir. Sen de beni arıyor musun acaba? Eksikliğimi hissediyor musun? Ama biliyor musun, alıştım yokluğuna. Eskisi kadar koymuyor gidişin. Gülebiliyorum artık. Evet gülebiliyorum. Senden sonra hayata küsen ben, şimdi yeniden başlıyorum hayata. Sensiz bir hayata... Güneş başka doğuyor artık, gün batımı daha bir kızıl. Geceleri korkmuyorum. Uykularım da kaçmıyor. Meğer ne güzel şeymiş uyuyabilmek... Bu ev, bu şehir başka güzel. Ben daha mutluyum. Koltuğuna oturuyorum, çiçekleri de attım. Artık geri dönsen de bulamayacaksın. Yine de güzel bir anısın benim için. Hatırladığımda gülüp geçebileceğim bir anı. Dikkat et, seni hatırladığımda gözlerim dolmayacak artık.
Heeyy HAYAT! Seni yeniden, en başından ve en güzel şekilde yaşamaya geldim. Kabul eder misin?

Nazmiye YILMAZ

GİZLİ KAHRAMANLAR

Öğretmenlik kutsal bir meslektir. Sevgi dağıtıp içimizi aydınlatan öğretmenler bizi doğruya yöneltir, çağdaş bireyler olmamız için çaba harcarlar. Dünyayı tanıtırlar bize. Gerçeği, yeniliği, gelişmeli ve bilimi anlatırlar. Yeteneklerimizin gelişmesine yardımcı olur, doğruluk, dürüstlük ve yardımseverlik gibi erensel değerlere ulaşmamızı sağlarlar.
Bir mumu düşünün. Mumu yaktığımızda nasıl ki hem kendini, hem çevresini aydınlatıyorsa, öğretmenler de böyledir. Derse girdiği zaman öğrencilerinin meraklı bakışları ve öğrenme heveslerini görünce ışığını yakar, onları aydınlatarak bilgiye doyurur. Nasıl bir anne, bebeğini sütle doyuruyorsa, öğretmenler de öğrencilerini bilgiyle doyurur. Onların en büyük mutluluğu, öğrencilerini yıllar sonra belli yerlerde görüp gurur duymalarıdır. Öğrenciler onların evlatları gibidir. Her anne baba evladının en iyi yerlerde olmasını ister. Aynı öğretmenler gibi.
Öğretmen mesleğini sadece okulda yapmaz. Her an, her konuda bize yardım etmek için çırpınırlar. Öğretmenlik özveri ve sabır ister. Bir anne evladına hiçbir şey beklemeden sevgi ve şefkatini esirgemiyorsa, öğretmen de sevgisini hiçbir öğrencisinden esirgemez.
Siz bizim dünümüz, bugünümüz ve yarınımızsınız. Sizin kutsal ellerinizle biçimlenen bizler, yarının güzel Türkiye'sini mutlaka kuracağız, şüpheniz olmasın.
Dünyanın en saygın insanları olan siz öğretmenlerimin önünde saygıyla eğiliyorum. Geleceğimiz, gözlerinizde gördüğümüz ışıklar kadar aydınlık olsun.

Ezgi SAKLIM

İÇİMDE BÜYÜYOR KORKUNUN ÇOCUKLUĞU

Bir gün çocuk oldum birdenbire. Ufacık, sevimli, masum... Elimde çok sevdim oyuncak ayım, üzerimde sevdiğim kan kırmızısı elbisem... Öylece yürüyordum, hiçbir şey düşünmeden. Düşünecek pek bir şeyim de yoktu zaten. Yürüyordum, arkamda tüm hüzünleri, sevgileri bırakarak...
Sonra oraya gittim, o yasak bahçeye. Korkuların, çaresizliklerin içine saklandığı kuyunun yanına. Baktım dipsizliğe. İlk kez karanlığı gördüm. Bacaklarım, ellerim titredi korkudan. Gözlerim karanlıktan kör oldu. İlk kez korkuyu kokladım. Onun bayat, küflü, ekşi kokusunu çektim içime. Ayıma sarıldım sıkıca. Sonra bir ses... Daha önce hiç duymadığım kadar yumuşak, dostça... Döndüm arkama. Gözlerine baktım cesurca. Tıpkı masallarda okuduğum korkusuz aslan, kurnaz tilki gibi baktım. Yukarıya kaldırdığı koluna baktım. Elinde kocaman kıpkırmızı bir balon vardı. Sevindim... Çocuk gibi, akvaryumdan denize bırakılan minik balık gibi sevindim. Uzandım almak için. Artık ayım yetmiyordu bana. Şöyle köşede dursun diye yere bıraktım usulca. Sanki hızlı bıraksam canı yanacakmış gibi. Aldım elime balonu. Bir ona baktım, bir ayıma. Sonunda kararımı verdim, attım ayımı kuyuya. Balon uçtu gitti elimden. Kuyuya, yavaş yavaş sonsuzluğa düşen ayıma baktım. Sevgim düşüyordu, hayallerim, umutlarım, parçam düşüyordu. Hani sevdiğin biri ölümcül hastadır, sıkıca tutarsın ya elini seni bırakıp gitmesin diye, öyle tuttum çimenleri. İlk kez korktum. Beynim dondu, kalbim korkudan tutuldu.
İşte onlar da gidiyor. Çimenler de beni bırakıyor. Karlar örtüyor üzerlerini. Ve ben her an birilerini kaybediyorum. Ailemi, arkadaşlarımı, oyuncaklarımı, hayallerimi... Ve artık bu aynadaki ben miyim bilmiyorum. Ben de terk ediyor beni. Korkuyorum! Bir gün uyanacağım ve kimsem olmayacak diye korkuyorum. Her gece güneş bırakıyor beni Sabah oluyor, ay hatırımı sormuyor. Kuşlar terk ediyorlar sonbaharda. Balıklar umursamadan beni, yüzüyorlar okyanuslara. Gemiler geçiyor, ben kalıyorum öylece iskelede.
Korkuyorum... Bir gün olup uyanmaktan, her şeyin, herkesin bir rüya olduğunu anlamaktan... Elimi bırakmalarından... Unutulmaktan...

Emine KIZILGÖL

GÜZEL BİR GÜN DOĞUYOR, HEM DE HİÇ BATMAMAK ÜZERE

Öğretmen; insan yüreğinin gizli yerlerini görmekte sahip olduğu görüş keskinliği ve o güzel işlerinde kazandığı pratik gücüyle, öğrencilerin gönüllerindeki duyguları tamamıyla gözünün önünden geçirdikten sonra, yüreğindeki o ihtişamıyla adeta öğrencilerin sevgisini kazanır. Duyduğu sevinci gizlemeye çalışır. Sözleri kalbinden parça parça kopar ve ağzından öyle dökülür. İşte bundan dolayı, bu güzellikten dolayı ben de öğretmen olmak istiyorum. Duygularıma tercüman olan her türlü davranışımla öğrencilere örnek olacak güçte olmak ve onlara tam bir eğitim verebilmek neşemi arttırır.
Eğer ben öğretmen olsaydım; derslerin canlanması için dile tam bir açıklık getirerek dersi yumuşaklıkla anlatırdım. Dersin sonunda o eğlence ve güzellik nerede kalır?.. Benim son sözcüklerim dilimden çıktığı sırada yorgunluk ve uykusuzluktan ziyade, o kalbin sevinçli çarpıntısı, işte o dili sarıverir hiç bırakmamak üzere.
Eğer ben öğretmensem; son sözlerimi söylediğimde beni dinleyen öğrencilerin her birinin yıldız gibi parlayan gözleri, yanaklarının üzerinde ak bulutuna rastlamış akanyıldız gibi, seyrine doyulmaz bir yumuşaklıkla süzer. Bu süzüş o kadar ince olur ki, ağzımdan çıkan her söz, sanki bir mermerin parçalanması gibi kulaklara girer ve orada dağılır. Bu dokunaklı sözler de en ciddi sözlerin bile dozunu arttırır. Ne zaman ki zilin çalışıyla beraber saf bir karanlığın belirmesiyle, sol tarafımda oluşan büyük bir sevinçle basamak basamak hayalimden çıkışım, kızıl güneşin olağanüstü o batışını seyretmek kadar dokunaklı olur. Ne zaman yaratılış gücünün büyük aydınlık kanıtı olan yıldızları görsem, öğrencilerin parıldayan gözleri gelir aklıma. Ve bu parlaklık sonu olmayan bir sevgiyi başlatır yüreklerde. Bu sevgiyi besleyen yürekler de, bitmek bilmeyen hayalleri kucaklar sevgiyle.

Uğur GÖKOĞLU

BUNA DEĞER Mİ?

Her hafta olduğu gibi o gün de okula gitmek için otobüse bindim. Yolda giderken etrafa bakınıyordum. Yaşamak her şeye rağmen güzeldi. İnsanlar güzeldi, ağaçlar, çiçekler, her şey...
Saat on bire geldiğinde dersten çıktım ve tekrar eve dönmek için otobüse bindim. Ama bu sefer her şey çok farklıydı. İlk dikkatimi çeken; dışarıda bekleyen, ayakları ve sağ eli olmayan, tekerlekli sandalyeye mahkûm bir adamdı. Belli ki o da otobüse binecekti.
Sonra yaşlı bir teyze ve orta yaşlarda bir kadın adamın yanında beliriverdi. Alçak sesle bir şeyler mırıldanıyorlardı. O sırada adam, tekerlekli sandalyeden yere indi ve otobüse doğru geldi. Tam bu sırada kadın bir feryat koparıverdi:
- Allah'ım sıkıştı! Ne olacak şimdi? Allah'ım sen sabır ver!
İlk başta ne olduğunu anlayamadım. Daha sonra adamın otobüsle kaldırım arasına girdiğini ve kadının da o yüzden böyle bağırdığını anladım. Ama ortada ne sıkışan biri vardı ne de bu kadar abartılacak bir durum... Otobüs şoförlerinin de yardımıyla adamı içeriye aldılar. Yaşlı teyze adama durduk yere bağırmaya başladı:
- Sen benim başımın belası mısın?!
- Her gittiğim yere peşimden gelmek zorunda mısın?!
- Mezara da mı benimle geleceksin sen?!
Adam ise o kadar masumca ve üzgün bir halde teyzenin yüzüne bakıyordu ki, o an içimden oracıkta ağlamak geldi. Teyze biraz durakladı ve yine başladı söylenmeye. Artık söylediklerini duymamak için bir ara kulaklarımı kapamışım. Bunun ben bile farkında değildim. Kulaklarımı açtığımda son duyduğum söz "Allah belânı versin"di. İşte bu sözü söylediğinde bir an dönüp teyzeye bağırmak istedim ama yapamadım. Biraz sonra yaşlı adamın kızı telefonuyla birini aradı ve aynen şöyle dedi:
- Biz şu an Söke'ye geliyoruz. Babam da peşimize takıldı. "Geleceğim" diye tutturdu Allah'ın cezası. Birazdan orada oluruz, bizi garajda bekle, dedi ve telefonu kapadı.
Söylenenleri yaşlı adam dahil herkes duydu. Zavallı adam olanlara rağmen öylece etrafına bakınıyordu. Kız ve annesi hâlâ bir şeyler mırıldanıyorlardı. Bir ara arkadaşım orta tonda bir sesle:
- Of, susun artık, gibi bir şeyler dedi. Sonra da mırıldanmalar kesildi. Biraz rahatladım ama sadece biraz. Çünkü fazlaca gerilmiştim.
Şimdi anlıyorum da, insan insana hiç değer vermiyor. Hele de bu insan diğerlerinden farklı, bakıma muhtaç ya da yatalak biriyse, değeri daha da düşüyor.
O gün gerçekten çok gerildim ve sinirim bozuldu. Hiçbir insan bu tür şeyleri hak etmiyor.
Yaşamak her şeye rağmen çok güzel ama belki de kimileri için yaşamak ölmekten de beter.

Hüsniye YAVAŞ

BAMBAŞKA BİR GÜN

Kalktığımda yağmur dinmişti. Yağmurun gece evimizin teneke damına hızlı hızlı düşmesi beni epey korkutmuştu. Hemen gidip babamın koynuna sokuldum, hıçkırıklarını hissedip daha sıkı sarıldım ona. o kocaman babamdı, benim pos bıyıklı, koca pazulu babam; ama bir o kadar aşk dolu, nazik babam. Döndü... Yanaklarımı, ellerimi, gözlerimi öptü. O da böyle yaparı, böyle sever, canına katardı. Gideli koskoca iki gün olmuştu. İki gün olmuştu annemin bizi unutalı ve tanımadığım bir adamla kayıplara karışalı.
İki üç gün kapıdan dışarıya çıkamayacağımı sanmıştım. Ama geçmişti işte. Göz yaşlarım durulmuştu. Şiddetli bir kasırgaydı ve annemi alıp götürmüştü. Üzüldüm... Babamın kollarına sarılıp küçücük ayaklarımla hızına yetişmeye çalışarak yürüdüm peşi sıra. Dev gibi babamdı, ama kırılgandı, yazıktı yaşadıklarına.
İstasyona yaklaştıkça daha sıkı sarıldım kollarına, kalabalık üstüme geldikçe sokuldum. Bir yandan gözlerimle annemi arar oldum. Utandım, kızdım kendime. O babamdı ve hala yanımdaydı. Daha sıkı sokuldum ona, hep yanımdaydı. Sarıldım...
"İki bilet Konya'ya." Dev gibi babam, günlerdir sesine hasret kaldığım babam ilk defa konuşuyordu; ama o değildi. Sanki haykırıyordu yaşananları, kederini, karısının onu nasıl terk edip gittiğini; utandım... Annem gibi olmaktan korktum. Usulca çekip kendime fısıldadım "Ben seni bırakmayacağım." Sardı beni, kucakladı; günlerdir yaptığı tek şeye başladı, ağladı. Koskoca bir dev nasıl eridi, ben gördüm.
Akşamaydı biletimiz. Daha çok vardı akşama. "Belki döner" dedim, ne bilirdim ki giden gelmezmiş de küçücük çocuklar bekledikleriyle kalırmış. Son bir kez o koca şehri seyrettik, beraber yürüdüğümüz yollarda yürüdük ve yine hıçkırdık. Hiç bilmediğim, yaşamadığım bir kederdi bu. En sevdiğim bebeğimi kaybedince bile bu kadar yanmamıştı canım, peki neden?
Anne... Çığlığımla yerimden sıçradığımda gecenin karanlığında, bir vagondaydık. Babam öylece etrafına bakıyor, beni gördükçe içi acıyordu. Bilmediğimiz bir yola çıkıyorduk, karanlıklara bir adım daha yaklaşıyordum. Cam kenarına doğru yaklaştım. Gözlerim hala arıyordu onu. Biliyordu koca devim de. Ses edemiyordu, haykıramıyordu "Gitti gelmez" diye. Küçücük çocuk kalbim yanıyordu, fırtınalar kopuyordu içimde. Ben haykıramıyordum "Nasıl?" diye. Nasıl bulacaktık onsuz hayatı? Varlığından nasıl mahrum edecektik kendimizi?...
Buğulanan camı sildim. Sanki her hareketim anıları alıp götürüyordu beynimden, daha da bırakıyordu karanlığa. Babam kötü görünüyordu, nefes alamıyordu sanki, sözcükler dökülmüyordu artık dudaklarından. Sıcak gülüşüyle görülen gamzelerini göremez olmuştum. Devim yok oluyordu... Pencereye yaklaşıp el sallayanlara baktı. Tanıdık bir yüz arar gibiydi. Kafasını çevirdiğinde yayılan sönük ışıkta bir damla göz yaşını gördüm. Tren raylarının sesiyle kendimi uykuya teslim etmek üzereyken "Yarın bambaşka olmalı" diye düşündüm. "Yarın bambaşka olmalı..."
Gözümü açtığımda güneşin ilk ışıkları vurmaktaydı vagona. Gidilecek az bir yer kaldı diye düşünüyordum. Gidip koynuna sokuldum babamın. Bugün hıçkırıkları yoktu. "Bugün bambaşka olmalı" demiştim ya zaten, diye düşündüm. Daha sıkı sarıldım ona, tıpkı dün olduğu gibi; ama bu kez kederden, üzüntüden değil. Başkalıktan, güzellikten... Bugün başka olacaktı ya, bambaşka... O kocaman babamdı benim, pos bıyıklı, koca pazulu, sevgi dolu babam. Sıcaklığımla sokuldum ona, sarıldım, öptüm öptüm... Aralamadı gözlerini, basmadı bağrına, kucaklamadı. Öptüm, sarıldım, kucakladım... Aralamadı gözlerini, dönüp bakmadı bile. Boğuk nefesimle hıçkırıklarımı hissettim. Bugün başka olmalıydı. Bugün başka olacaktı. Hayatımın kalanını, yüreğimin bir parçasını kara bir vagonda bırakmıştım. Bugün başka olmuştu, bambaşka...

Dilara AYKUT

HAYAT

Gece olmuş olmalıydı. Duvardaki saate bakamayacak kadar üşengeçti. Geç bir saat olduğunu da koridordan gelen düdük sesler sayesinde anlamıştı. Her gece aynı şey olur, saatin on ikiyi vuran seslerine ek olarak o iğrenç ses koridorda çınlar, yankı yaparak herkese ulaşırdı. Bu sesle birlikte etrafta bir hareketlilik başlar, yatakların gıcırtısı gecenin sessizliğini bir bıçak gibi keserdi.
Yattığı yerden demir parmaklı pencereyi ve hatta kafasını sağa doğru yatırıp ranza demirine yasladığı vakit gökyüzünün bir parçasını, görebiliyordu. Bu bile mutlu ediyordu onu bu dört duvar içinde. Küçük şeylerden mutlu olmayı, haz almayı okuduğu bir kitap sayesinde keşfetmişti.
Kendini bildi bileli buradaydı. Niçin, nasıl olduğunu sorma gereksinimi hissetmemişti. Gözlerini burada açtığını düşünür, buradan başka yer bilmezdi. Dışarıda bir hayat olduğunu ise kabullenmek istemezdi bir türlü. ona göre hayat, bu dört duvardı.
Yetiştirme yurduna nasıl düştüğünü hatırlayamıyordu. Aklındaki minik kareleri bir araya getirip de bir bütün oluşturamıyordu. Annesi veya babası hakkında en ufak fikri yoktu. Zaten anne baba denilen varlıkların olduğuna inanmayı küçük yaşta bırakmıştı. Çocuk hayalleriyle anne babasının gelmesini çok beklemiş, gelmediklerini görünce onları reddetmeyi huy edinmişti. Allah onu bu şekilde koyuvermişti dünyaya işte. Fazlasını bilmeye gerek yoktu. Gerçi bilmeye çalışmanın da bir faydası yoktu ya, neyse. Zamanında müdüre hanımla konuşmayı denemiş, anne babasıyla ilgili bilgi edinmek istemişti. Ama kadının sert bakışlarından çekinip koşar adım kaçmıştı oradan. ondan sonra da onun çok meşgul olduğunu, bunca çocuk hakkındaki bilgileri aklında tutamayacağını kabullenmişti.
Arada sırada, zengin veya durumu iyi olan aileler buraya gelirler, aralarından seçtikleri çocukları alıp götürürlerdi. Şu zamana kadar kimse onu seçmemişti. Küçükken büyük bir hevesle girdiği sıraya zamanla girmez olmuştu. Zengin aileler geldikleri zaman hepsi sıraya girer, en şirin halleriyle gülümser, seçilmeyi beklerlerdi. o ise bunu yapmanın acizlik olduğunu düşünür, aileler geldiği zaman bir ağaç arkasına gizlenir, sessizce izlerdi olanları. Bir yandan görünmek ister, bir yandansa iyice gizlenirdi. Aslında herkes gibi o da buradan kurtulmayı hayal ederdi hep. Ama cesaret edip de giremezdi sıraya. Gelen ailelerin bir yandan ezici, bir yandan acıyan bakışlarına hedef olmak istemezdi. Küçükken pek aldırmasa da, büyüyünce daha bir fark etmeye başlamıştı bu tür bakışları. Zaten ondan sonra da sıraya girmeyi bırakmıştı.
Sessiz bir şekilde merdivenlerden inip, yazın en güzel günlerini yaşayan bahçeye baktı. Oldu olası sevmişti bu bahçeyi. Buraya giren kedileri yakalamaya çalışmıştı hep. Ama hepsi sıkılıp gitmişti. Biraz ilerde arkadaşlarının sıraya girmekte olduğunu gördü. Anlaşılan yeni birileri gelmişti. Görünemeye çalışarak her zaman saklandığı ağacın arkasına gitti. Bu sefer kimin seçilip aralarından ayrılacağını düşünmeye başladı. Acaba bugünün şanslı kişisi kim olacaktı? Kim buradan sonsuza kadar kurtulacaktı?
Yurdun kapısından girmekte olan kadın; bu çocuğun arkadaşlarının aksine sıraya girmediğini, ağacın altına gittiğini fark etmişti. Yemyeşil gözleri, yaşıtlara oranla uzun olan boyuyla çok tatlı bir çocuktu. Kadın vurulmuştu adeta bu çocuğa. Hangi çocuğu alacağına karar vermişti artık. Nereden geldiğini bilmediği tatlı bir heyecan kaplamıştı içini. Sessizce yaklaşmaya başladı ona, ürkütmekten korkarak. Çocuk onun geldiğini göremeyecek kadar dalgında oysa. Küçük yaşından beklenmeyecek bir hüzünle bakıyordu etrafa. Kadın şefkatle dokundu omzuna. Dalgın düşüncelerden sıçrayarak ayrılıp arkasını döndü çocuk. Karşısında genç bir bayan duruyordu. Yumuşak bakışları hemen etki altına alıyordu insanı. Çocuk kitlenmiş gibi bakıyordu bu gözlere, kendini alamıyordu. Kadın o sımsıcak sesiyle konuştu: "Adın ne senin küçüğüm?" Çocuk: "Can" dedi usulca. "Peki benim canım olur musun?"
Çocuk neler olduğunu anlayamamıştı. Şaşkınlıkla kırpıştırdı gözlerini. Kibar bir sesle: "Nasıl yani?" diye sordu. Kadın gülümseyerek cevap verdi: "Yani benim evime gelip, benimle yaşamak ister misin?" Can inanamayan bir ses tonuyla: "Beni geri getirmeyecek misin? Hep seninle mi yaşayacağım?" diye sordu. "Evet. Sadece benimle değil, bir de köpeğim var. Onunla birlikte."
Can'ın gözleri parladı. Heyecanla kafasını salladı. O fark etmese de aslında bu, onun için bir başlangıçtı.

İzel TONTAŞ

AYRILIK GARAJI

Ayrılık... Kim biliyor ki bu kelimenin anlamını yaşayandan başka. Bana da dün bir rüzgar fısıldadı "Geçireceğin yalnız geceler" diye...
Onu uzaktan görmek bile yeterdi sana. Göz göze geldiğinizde bir şey kopardı içinden. Onun bir "Merhaba"sı "Seni seviyorum" der gibi gelirdi. Bir dokunuşunda tüylerin ürperirdi. Fakat bu ürperişin sebebinin korku olmadığını bilirdin... Her el ele tutuştuğunuzda bir ömür daha eklenirdi hayatına. Onun bir gülüşünde kendi mutluluğunu görürdün. Onun mutluluğu senin mutluluğundu artık. O gülünce yeniden canlanırdın O küçücük gülüşte hayat bulurdun. O küçücük gülüşte erirdin. Bir gülüşüne her şeyini verebilecek kadar severdin onu. O varken hayatı toz pembe görmek vardır ya, sen aşıkken hayatı görmezdin ki toz pembe göresin. O senin için hayatın adıydı. Elleri ellerin, dudakları dudakların, bakışları bakışların... Onsuz hayatın anlamı yoktu senin için. Ne zaman gözünü açsan hep o olurdu karşında. Açık tutmayı yeğlerdin. Kapasan da o vardı yine bir şey fark etmezdi ki...
Gitgide çoğalarak severdin onu. Sevdikçe de kalbindeki yeri küçük bir kıvılcımken bir yangın gibi çoğalırdı. Kalbindeki yangın rüyalarına yansırdı. Ve bütün gece seninleydi rüyalarda. Hiçbir zaman seni yalnız bırakmayacak gibi gelirdi. "Hayır" derdin, "Biz ayrılamayız ki." Ama hiç birbirinizi sevdiğiniz halde ayrılacağınız aklına gelmezdi.
Onun iyi olduğunu bilmek yetmezdi sana. Her dakika yanında olmak, elini tutup gözlerinin içine bakmak isterdin. Ama artık elini tutup gözlerinin içine bakamayacağın uzun bir yol vardır önünde. Hem de sonsuz bir yol. Göz açıp kapayıncaya kadar geçer diyebileceğin bir süreç bile yoktur önünde. Zaten ayrılık denilen şey de bu olsa gerek. Sonbaharda yaprağı dökülen ağaçlar gibi kuru, mat ve yapayalnız... Evet bundan sonra yalnız kalacaksın. Belki de korkuyorsun yalnızlıktan. Yalnız kalacağından mı yoksa o adamdan ayrılacağın için mi ağladığını bilmiyorsun. O an sadece ona sarılıp bırakmamayı düşünüyorsun. Gideceğini aklından bir saniye olsun geçirmemek istercesine... Bundan sonra o mutluluk gülüşünü görmeden ne yapacağını düşünüyorsun. Çevrenizdeki insanlara bakıyorsun, sizi seyrediyorlar hayran bakışlarla. Şaka gibi geliyor bu sonsuz ayrılık. Bir ayrılık garajında olduğunun farkına varıyorsun.
Vedalaşma vakti gelmiştir artık. Evet, o bir gülüşüne canını vereceğin adam biraz sonra otobüse binip kilometrelerce öteye gidecektir. Arkasında sevdiğini yani seni bırakıp... Dakikalarca sarılırsınız ayrılmamak istercesine. Ama nafile, o gidecektir artık. Otobüsten kalkışı boyunca gözlerin onunkilerden ayrılmaz. Evet, o ıslak gözler ayrılmak istemez. O gitmiştir artık. Geriye sadece hala el sallayan ve ağlayan bir parçası kalmıştır. Söylesenize kim anlatabilir ki bu kareyi Şebnem Ferah'tan başka?

"Bu şarkı bir haykırış
Bir öpücük, sıcak bir kış
Bir demet gül, bir dokunuş...
Bu şarkı bir yalvarış
Bitmesin sürsün bu düş
Sen de düşün, sen de konuş...
Nereye gider bu aşk?
Nereye dur gitme!
Bırak kadının olayım..."

Özge ELYAKAN

BEYNİN SIRLARINA NASIL ULAŞILIR?

Sağ beynimiz mi yoksa sol beynimiz mi güçlü? Bu soruya cevap aradığımızda büyük düşünürlerin aciz kaldıklarını görürüz. Her iki koluyla tenis topuna vurabilen ya da cirit atabilen sporculara nasıl hayranlık duyuyorsak, hangi beyinlerin güçlü olduğuna bakan, her türlü konuyla en ince detayına kadar ilgilenen düşünürlere de gıpta etmeliyiz.
Kendinizi belli düşünür tipine sokmak so9n derece sınırlıdır. Tercihlerimiz hakkında fikir sahibi olduktan sonra elimize geçen her fırsatta o yöne gitmeye çalışırız. Devamlı kim olduğumuza dair kavrayışlarımızı güçlendiren faaliyetleri seçip hayatımıza geçirmek isteriz. Sınırsız ihtimallerimizi unuturuz.
Belki siz de şunu yaygın olarak gördünüz: Evinizin çevresinde geziniyorsunuz ve birdenbire daha önce varlığını bilmediğiniz bir oda buluyorsunuz. Keşfedeceğiniz, döşeyeceğiniz ve zevk alacağınız bu yepyeni mekanın uyandırdığı heyecan ortada; özellikle de küçükçe bir evde dört nüfuslu yaşıyorsanız... Uyanmak ve böyle fazladan bir odamız olmadığını fark etmek hayal kırıklığına yol açar. Evimizin tanıdık duvarları arasında oturmaya razı oluruz.
Zihnimizdeki "odalar" söz konusu olduğunda da öyle. Matematik, bilgisayar, fen ve araştırma odalarını kapatırız. Resim, tasarım, müzik odalarına açılan kapıları da kapatırız. Bütün kanatları kapatırız, oraya gerçekten gidemeyeceğimize inanırız. Farkına varmadan önce de orada boşlukların olduğunu unuturuz.
Hepimiz çok farklı becerileriyle "güzel manzara resimleri yapan muhasebeci, cesur şiirler yazan kimya mühendisi, şarkı yazmaya heves duyan cerrah" bizi şaşkına çeviren insanlar tanımışızdır. Şaşırtıcı buluruz, çünkü insanları işlerine göre gruplandırırız. Kendimizi ve başkalarını meslekler doğrultusunda etiketlemek cazip gelir ama hayatımızın tek yüzü asla hikayenin tamamını anlatamaz.
Yeni fark ettiği yeteneğini keşfetmek için kariyerinde köklü değişiklikler yapanları görmekten hoşlanırız. Bu bizi şaşırtacak bir şey yapmak için gerekli potansiyele sahip olduğumuza inanmamızı sağlar. Öyleyse inanın. Sağ ya da sol beyninizin güçlü olduğunu düşünerek kendinizi belli bir imajın içine hapseden yine kendinizsiniz. Geri kalanlar sınırsız yeteneklerinize inanıyor, öyleyse siz neden inanmıyorsunuz? Leonardo Da Vinci'ye kimse ilk yıllarda muhasebeci damgası vurmadığı için şanslıydı. Muhasebeci olmaya planlamıştı ama farklı bir çocuk olduğundan bu meslek için uygun olmadığı düşünüldü. Sanat, müzik ve önüne gelen her şeyle yüzeysel olarak ilgilenmesi hepimiz için hayırlı oldu. Kendini asla belli bir kategoriye sokmadığından pek çok konuya dalma hürriyetine sahipti.
Düşüncelerin nesnelere dönüştüğünü unutmayın. Yapamayacağınızı söylediğiniz şeyleri yapamazsınız. Bunun sebebi ya kendinizi beceriksiz olduğunuza inandırmanız, ya da denemek için kendinize fırsat tanımamanızdır. kapılarınız kör süngüler takmışsınızdır! Kendinizi özgür bırakın. Sağ ve sol beyin arasındaki çizgiyi silin. Bütünü ve ima ettiği her şeyi görmeye çalışın. Etiketlerden kurtulun, derslere başlayın, yeniden alevlenen ilgi alanlarına yönelin, "geçici yenilikler" yerine "yenilikleri" deneyin. Zihninizdeki odaları keşfedin ve idealinizdeki tam bütünleşmiş insan olma yolunda ilerleyin.
Unutmayın; başkalarının yaptıkları şeyleri yapmaya çalıştığınızda, başkaları olursunuz.

Engin ULUDAĞLI

DURAK ARKADAŞIM

Şubat ayı yaklaşırken, iç karartıcı bir sisi yararak gelip geçen arabaları seyrettiğim monoton günlerden birini yaşıyorum. Bu defa, kimi zaman işittiğim boğucu gürültüler doluşmuyor kulaklarıma. Arabalar gelip geçiyor, insanlar koşuşturuyor... Ama korna sesleri, hızını alamayıp anayolun kıvrımında frene basarak duran, kulaklarımı çınlamalarla doldurması gereken sürücüler sessizliğe gömülmüş. Farklılıkların su yüzüne çıktığı garip bir gün, ya da bugüne kadar farkında olmadığım sıradışılıkları keşfettiğim...
Duraktayım. Her sabah yaptığım gibi o mavi-beyaz otobüsün gelip gürültülü bir tıslamayla durarak kapılarını açmasını bekliyorum. Sonra kalabalığın arasına dalarak bir köşeye sıkışmaya çabalarken tanıdık simalara selam vermeyi unutmamam gerektiğini hatırlatıyorum kendime. Benim için önemli olup olmamaları önemli değil; küçüklüğümden beri öğretilen nezaket kuralları gereği... Beni ayıplamasınlar, bu hiçbir anlam ifade etmeyen, yada anlatmak istediklerini anlamadığım gözler... Otobüs gecikti. İstanbul'un yoğun sabah trafiğinde oldukça normal bir durum. Simsiyah bir kedi geçiyor önümden. Her sabah birlikte beklediğim durak arkadaşlarımdan bir oğlan, tombul yanaklarının arasında dudaklarını büzüyor ve saçını tutuyor. Siyaha çalan gözleri sanki yaptığından utanmışçasına çevreyi yoklarken bakışlarımız çakışıyor. Gülüyorum. Bana çevriliyor ve dik dik bakmaya başlıyor kara gözler. Arkadaşım değil aslında bu kara gözlerin sahibi ama birbirimizi tanıyacak kadar şey biliyoruz. Çenesine doğru inen saçlarını karıştırıyor eliyle. "Bıraksalar..." diye düşünüyor... Avare avare dolaşsam sokaklarda...
Kızgın bakışlar beni korkutamıyor. Alay etmek için değildi zaten gülüşüm. Yalnızca batıl inançlarım olmadığı için yaptığını farklı bulduğumu ifade etmek istercesine bakıyorum ve sanırım işe yarıyor. Başını çeviriyor ve uzaklara bakmaya başlıyor. İkimiz varız bugün durakta. Hastanede çalışan kadın hamileydi son gördüğümde. Sütçü amca da diğer köşeye kurmuş ekmek teknesini. Gelene geçene el sallıyor yine...
Ansızın bir araba duruyor önümüzde. Mavi... Buz mavisi mi, gökyüzü mavisi mi diye bir karar vermeye çalışarak kendimi oyalarken bir genç iniyor içinden. Bugünlerde pek moda olan saçları havaya dikme tarzını benimsemiş. Açık kahverengi top sakalı, çenesinden aşağı sarkıyor hafifçe. Gözlerinde zeki ve sinsi insanlara has bir parıltı... Yırtık kotu ve siyah deri ceketiyle tam bir sokak serserisini andırıyor. Altında taşıdığı arabaya sahip olduğuna inanmakta güçlük çekiyorum. Bir ara göz göze geliyoruz. Bakışlarında, çok gerilerde, beni korkutan bir şeyler var. İçimi ürküyle dolduran... Tedirgin olmuş gibi etrafta dolanıyor gözleri. Sonra bakışlarımız çakışıyor tekrar. İşte orada, görebiliyorum. Çuvallarla dolu, daracık bir odada, elleri ve ayaklarından bir sandalyeye bağlanmış durak arkadaşım... Kalın ipleri bileklerinden sıyırmak için verdiği savaş nedeniyle elleri kanıyor. Yüzü bembeyaz, tıpkı bir ölününki gibi...
Üşüdüğümü hissediyorum ve daha da bir sokuluyorum atkıma. Çok soğuk bir odada olmalı diyorum. Dudakları mosmor... Dişlerinin birbirine çarpışını duyabiliyorum. Başımı başka bir yöne çeviriyorum. Bugün olacağımız sınavları düşünmeye başlıyorum. Genç adamın telefonunun sesiyle irkiliyorum. Ve istem dışı ona odaklanıyor gözlerim. Pek bir şey konuşmuyor, yalnızca arada bir "evet" ya da "hayır"... Gözler... İşte yine oluyor. Bu sefer ben... Çok aydınlık bir yerdeyim. Bedenimin her yanında keskin sancılar... Bembeyaz bir ışık... Göz kapaklarımı kaldıramıyorum. Ve tükenmeyen bir kan kokusu...
Ansızın durak arkadaşım haykırıyor. Bir parça çamur bulaşmış pantolonuna. Eteğime bakarken, isyan edişini duyuyorum. "Yavaş sürseler olmaz sanki..." Ve yine aydınlık odadayım. Az önceki çınlayışlar, biçim değiştirerek doluşuyor kulaklarıma... "Yavaş kesersen ölecek gibi..." Tuhaf maskeli adamlar dolanıyor çevremde. Birden durakta buluyorum kendimi. Genç adam telefonunu kapıyor ve arabaya biniyor. Sonra buğulu camı açıp ters bir bakış fırlatıyor bana. Ardından durak arkadaşıma dönüyor: "Atla... Götüreyim seni okuluna..." Durak arkadaşım bir an tereddütle bana bakıyor. Sonra: "Hayır hayır..." diyerek geri çekiliyor. Genç adam gülüyor. Alaycı bir tavırla... Camı kapatıyor ve şehrin gürültülü trafiğine karışıyor. Durak arkadaşım endişeli... Belki niçin bana değil de kendisine teklif ettiğini düşünüyor. Beni süzüyor ve aslında güzel bir kız olduğumu fark ediyor. Ama genç adam, bu güzel kız yerine bir erkeği, kendisini götürmeyi teklif etti. O da sezinliyor belki tuhaf bir şeyler olduğunu. Durak arkadaşım ve benim, gözlerde başlayan dostluğumuz masum bir gülümsemeyle devam ederken otobüsün tıslamasını işitiyorum. Ve gerçek dünyaya geri dönüyorum.
Ertesi gün... Yine duraktayım. Çılgın bir endişe var üzerimde. Bu sabah durak arkadaşım yok. Ansızın bir araba duruyor önümde. Rengi buz mavisi... Hayır hayır, gökyüzü...
Bir an için tıkanan trafik, durak arkadaşımla gözlerde başlayan dostluğumuzun yine gözlerde son bulmasına vesile oluyor. Sımsıkı iplerle bağlanmış ellerini cama dayıyor. Ve umutsuzca bana bakıyor. Ardından top sakallı bir genç, siyah perdeleri çekiyor. Araba hareket ederken, gözlerim plakaya ilişiyor. Anlayamıyorum. Durak arkadaşımın sessiz haykırışlarını işitebiliyorum. Ama okuyamıyorum... Bir sis perdesi iniyor gözlerime ve durak arkadaşımın yitip gidişine engel olamıyorum...
Kendimi bilmeden otobüse binerken bileklerimi fark ediyorum. Kan... Ardından keskin bir acı duyuyorum sağ şakağımda... Ve biliyorum, durak arkadaşım artık yok...

Tude BİBER