Cumartesi, Aralık 09, 2006

SAMİM KOCAGÖZ ÖYKÜ YARIŞMASI SONUÇLANDI

Samim Kocagöz Öykü Yarışması Sonuçlandı
Söke'de yayınlanan Beşparmak dergisinin geleneksel hale getirdiği yazar Samim Kocagöz anısına düzenlenen öykü yarışması sonuçlandı.
Muzaffer İzgü, Burhan Günel, Öner Yağcı, Ziya Gürel ve Mustafa Pamukçu'dan oluşan seçici kurulun yaptığı değerlendirme sonunda:
1.lik Ödülü: Esra Odman / Tek Gecelikti...
2.lik Ödülü: Hatice Oya Kuzgun / Kubilay Han'ın Gelini
3.lük Ödülü: Ruşen Ergün / Kayıp
Dursun Akçam Seçici Kurul Özel Ödülü: Gülçin Karaş Duman / Kartopu
Ayrıca Beşparmak Kültür Sanat dergisinin bu yıl 11'incisini düzenlediği şiir yarışmasında:
1.lik Ödülü: Mehmet Ercan / Güneşini yüreğimde sakladım
2.lik Ödülü: Mehmet Genç / Aşkın rengi kırmızı
3.lik Ödülü: Hakan Yılmaz / Altmış dört numara
Mesut Doğan Seçici Kurul Özel Ödülü: Ali Ozanemre / Biz çocuklar
Ödüller 3. Söke Sanat Edebiyat ve Kitap Günleri etkinlikleri kapsamında 17 Kasım 2006'da Söke Anadolu Meslek Lisesi Salonu'nda dağıtıldı.

Pazar, Kasım 19, 2006

YAŞAMAK İSTİYORUM, GERÇEKTEN...

Çok çabuk güveniyorum,
İnanıyorum herkese.
Aslında onları değil;
İnanmak istediklerimi görüyorum sadece.

Nedendir bilmiyorum,
Çok çabuk kırılıyorum.
İnandıklarım yalan olunca,
Hep kendime kızıyorum.

Kalbimden akanlara dur diyemiyorum,
Sonra o akıntıda kaybolmuş gidiyorum.
Aslında inanmıyorum,
Ben de ne yaptığımı bilmiyorum.

Sevmek mi istiyorum,
Yoksa güvenmek mi?
Gerçek dost mu arıyorum,
Yoksa gerçekten yalan mı herkes?..

Aslında tek istediğim yaşamak,
Gerçekten, inandıklarımla yaşamak,
Dostsa dost, hakikatsa hakikat.
Ben istiyorum aydınlıkta yaşamak.

Reyhan GÜMÜŞ

Perşembe, Kasım 09, 2006

İLETİŞİM

İLETİŞİMİN ÖNEMİ
İletişim, birlikte yaşayan insanların anlaşmak ve paylaşmak ihtiyacı duymasından kaynaklanmış ve bu zorunluluk üzerinde gelişmiştir. Bunun için iletişim, yaşamanın gereğidir. İletişim, anlatma-anlaşma temeli üzerine kurulur. Her karşılıklı konuşma iletişimle ilgili birçok hususu yapısında barındırır. Konuşmak için iletiyi (söz, haber, bilgi, duygu ya da düşünceyi), konuşan kişinin ifade etmesi şarttır. Bunlar her iki tarafın dil ve kültür ortaklığını gerektirir.
İletişimin olmadığı yerde yalnızlık başlar. İnsanın insanla karşılaştığı, ilişki kurduğu her yerde, her durumda ayrı bir dil biçimi hâlinde düzenlenmiş iletişim süreci başlar. İyi giyimli birine saygı gösterme, otobüste yaşlılara yer verme, birlikte yaşamanın kurallarını yerine getirme çok defa görünmez bir dille söylenmiş öğütlere uymadır. Hayatın akışını sağlayan unsurlardan biri iletişimdir. Çünkü; iletişim yalnızca sözlerin aktarılma süreci değildir. İletişim, gündelik hayatın akışı içinde her an farklı durumda karşımıza çıkar. Sosyal hayatın bu sisteme bağlı kalarak düzenlenmesini, kendisini yenileyerek sürdürmesini iletişim sağlar. İletişimin olmadığı yerde düzen ve gelişmeden söz edilemez. En gelişmiş iletişim aracı da dildir. Dilin dışındaki göstergelerle de gerçekleşen iletişimler vardır. Zamanla bu ihtiyaç zenginleşmiş, gelişmiş ve kitle iletişim araçları oluşmuştur.
Deniz kıyısında bir tatil köyünde olduğunuzu hayâl edin.
Güneşin doğuşun görmek için sabah erkenden kalktınız ve deniz kıyısında yürüyüşe çıktınız. Sahilde yürürken başka birinin size doğru gelmekte olduğunu gördünüz, bu kişi yaklaştıkça onun karşı cinsten tanımadığınız biri olduğunun farkına vardınız.
İçinde yetiştiğiniz aile ve yörenin gereği siz karşıdan gelen bu insana hiçbir şey söylemediniz, hatta rahatsız olmasın diye yüzüne bile bakmadınız.
O da size hiçbir şey söylemedi ve yüzünüze bakmadı.
Birbirinize bir şey söylemeden, birbirinizin yüzüne bakmadan geçip gittiniz.
Karşıdan gelen bu kişiyle aranızda iletişim var mıydı?

İLETİŞİMİN UNSURLARI VE YAPISI
En sade ve yakın iletişimde; konuşan, söz edilen husus, bu sözün taşındığı kanal ve bu sözün şifresi vardır. Konuşana gönderici, dinleyene alıcı, sözü edilen hususa ileti, anlaşmayı sağlayan ve yeni iletiyi taşıyan araca kanal, iletiyi ifade edene de şifre denmektedir. Konuşma da şifre dil, kanal da ses dalgalarını taşıyan havadır. Konuşma, bütün bunlar bir araya gelince gerçekleşir.
Gönderici bir kişi olduğu gibi, bir kurum, bir yayın organı, bir amir de olabilir. Alıcı da tek kişiden en gelişmiş topluma kadar genişleyebilir.
Sağlıklı bir iletişimin kurulmasında göndericinin iletiyi hazırlamakta ve göndermekteki niyeti; alıcının (hedef kişi veya topluluğun özellikleri) özelliklerinin bilinmesi önem taşır. İleti, göstergeler kullanılarak düzenlenir. Seçilen hedef kitlenin özelliklerine, kültür ve zevk düzeyine göre gösterge kullanmak gerekir. Her göstergenin de bulunduğu bağlamda, anlam kazandığı unutulmamalıdır.
Oruçlu insanlar için televizyonda iftara yakın saatlerde pırıl pırıl bir su görüntüsünün ve su sesinin arkasından “soframız sizi bekliyor” deyip davetkâr evlerin varlığını hissettirdiğimizi düşünelim.
Gönderici kullanacağı kanalda, hedef kişi ve kitlede uyandırmak istediği etkiye göre gösterge seçer.
Bir şehirde insanların mutlu yaşadıklarını ifade edebilmek için hangi göstergeleri kullanabiliriz?
1. Şehrin ileri gelenlerinin konuşmalarından seçilen bazı sözlerle,
2. Halkı yapılan anket ve röportajlarının yayımlanmasıyla,
3. Çocukların sevinç içinde oynadıklarını gösteren resimlerle,
4. Halktan kişilerin mutluluk ifade eden konuşmalarıyla,
5. İyi donatılmış hastane ve hapishanelerin boş denecek kadar tenha olduğunu gösteren fotoğraf veya anlatan yazılarla,
6. Yetkililere dua edenleri gösteren karikatürlerle insanların mutlu yaşadıklarını ifade edebiliriz.

GÖNDERİCİ – İleti – Kanal – Alıcı
(Kaynak) (Mesaj) (Araç)


------------------------> Dönüş <----------------------------- (Geri Bildirim) -----------------------> Bağlam <----------------------------- (Ortam) İletişim Modeli Tablosu İLETİŞİMİ ENGELLEYEN ETMENLER: a. Fiziksel engeller: Gürültü, telefon ya da Internet ağındaki arızalar… b. Nerofizyolojik engeller: Gönderici ya da alıcının görme, işitme gibi bedensel özürleri… c. Psikolojik engeller: İletinin sadece bir bölümünü seçme, iletiyi unutma ya da iletiyi almaya hazır olmama… ç. Sosyolojik engeller: Eğitim, kültür, gelir, statü farkları… İLETİŞİM VE GÖSTERGE İletişim etkinliğinde gösterge temel kavramlardan biridir. Çünkü iletişimde varlık ve objeler değil; onların sembolü olan göstergeler kullanılır. En etkili değilse de en yaygın ve en kullanışlı göstergeler, dil göstergeleridir. Çünkü taşınmaları ve kullanılmaları daha kolaydır. Ayrıca dil göstergeleri çok anlamlıdır, yan anlam kazanabilirler. Bu yüzden dille iletişim insanın ayırt edici özelliğidir. Göstergeleri, dil göstergeleri ve dil dışı göstergeler olmak üzere gruplandırmak mümkündür. a) Dil Göstergeleri: Dil göstergeleri nesne ve kavramların kendisi değildir. Dilde anlamı olan en küçük birime gösterge denir. Hece, sözcükler, fiil çekim ekleri vb, > Dil göstergeleri, taklit yoluyla oluşan sözcükler dışında nedensizdirler, oldukları gibi kabul edilmişlerdir.
> Dil göstergeleri çizgiseldir. Sesler art arda gelerek bu özellik oluşur. Anlatımda da bu sözcüklerin birbirini izlemesiyle ortaya çıkar.
“Öğretmen sınıfa zamanından önce geldi.”
Cümlesini doğru algılayabilmek için bu cümledeki sözcüklerinin hepsinin kullanılmasını beklemek zorundayız. (Oysa görsel iletişimde resim ya da filimde öğretmenin sınıfa girişi bir anda gerçekleşmektedir.)
> Dil kendi doğal seyri içinde değişebilir. Ancak, dil göstergeleri sebepsiz yere bırakılıp yerlerine yenileri uydurulmaz.
> Dilde her şey ayırıcı birimlerin birleşimiyle işler.
“Bak, yak, çak” sözcüklerinde b, y, ç ünsüzleri ayırıcı birimlerdir.
> Dil, çift eklemlidir. Yani dil göstergeleri yer aldıkları dizi içinde farklı anlamlar kazanabilir.
“Başım ağrıyor”, “baş eğdi”, “baş kaldırdı” söz gruplarında aynı gösterge (baş) farklı olarak kullanılmıştır.

b) Dil Dışı Göstergeler:
Dil dışı göstergeler, bütün iletileri açıklayamaz. Bunları şu şekilde adlandırabiliriz:
Belirti: Belirtide gösterge kendi dışında bir şeyi ifade eder. Amaç, iletişim sağlamak değildir.
“Bulutlu hava” -----> BELİRTİ
(Doğal, istem dışı, amacı yok)
(Yağmur yağacağını ifade eder.)
“Ateş, öksürük” -----> BELİRTİ
(Hastalığı ifade eder.)
Belirtke: Belirtkede gösterge kendi varlık sebebi dışında bir hususu ifade etmek üzere kullanılır. Bu anlam değeri, toplumun diğer üyeleri tarafından da anlaşılır. Amaç, uzlaşmadır.
“Trafik ışıkları” -----> BELİRTKE
(Uzlaşma sağlar.)
(Trafiği düzenler. İnsanların tümü tarafından aynı şekilde algılanırlar.)
“Yasakları ifade eden şekil ve işaretler” ------> BELİRTKE
Görsel gösterge: Gösteren ile gösterilen arasında gerçekten benzerliğin olduğu göstergelerdir.
“Atatürk’ün portresi” -----> GÖRSEL GÖSTERGE
(Atatürk ile portresi arasında bir benzerlik vardır.)
Simge: Benzerlik ve uzlaşma ilişkisiyle soyut tek bir gösterilene göndermede bulunan görsel biçimdir.
Nesne ve kavramların dillerde oluşan ses simgeleri vardır.

-----> GÖSTERİLEN
K-i-t-a-p -----> Dil Bilim Göstergesi
(Ses Simgesi)

İLETİŞİMDE DİLİN İŞLEVLERİ
Dil, iletişim şemasında yer alan diğer unsurların iletiyle ilişkisine göre yeni ve farklı görevler üstlenir. Bu görevlere “işlev” denmektedir. İletişim esnasında dilin kazandığı işlevleri şu şekilde sıralayabiliriz:
a. Duygusal ve Anlatımsal İşlev (Coşku, Heyecan Bildirme İşlevi): Göndericinin varlık, eşya, kavram vb. karşısındaki tavrı ve duyarlılığı dile getirilirse dil bu işleviyle kullanılır.
“Ah Tanrı’m, ne kadar güzel bir kız!”
“Deli midir nedir, gülüyor!”
b. Göndergesel İşlev (Göndericilik İşlevi): Göndergeyi tanıtmak üzere ortaya konulan metinlerde dil bu işleviyle kullanılır. Burada amaç, bir varlığı ya da görünüşü açıklamak, bilgi vermek, bir düşünceyi aktarmaktır.
“Sosyoloji, toplumun türünü inceler ve her şeyi toplumun tümü içinde inceler.”
“Ünlü Alman filozof Hegel’in felsefesinin çıkış noktası bilim değil tarihtir.”
c. Alıcıyı Yönlendiren İşlev (Alıcıyı Harekete Geçirme İşlevi): Alıcıda bir etki uyandırması onun bir iş yapması, bir eylemde bulunması amacıyla düzenlenmişse bu işleviyle kullanılır.
“Arkaya doğru ilerleyelim.”
“Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir ileri!”
d. İletişim Kanalını Kontrol Eden İşlev (Kanalı Kontrol İşlevi): İletişimin sürüp sürmediğini kontrol etmek, iletişim kanallarını denetlemek amacıyla düzenlenmişse bu işleviyle kullanılır.
“Söylediklerim anlaşıldı mı?”
“Herkes dinliyor mu?”
e. Dil Ötesi İşlevi: Dil bilgisi kurallarını ve dille ilgili hususları anlatmak amacı güdülüyorsa bu işleviyle kullanılır.
“Çekimli fiiller cümlede yüklem görevinde kullanılır.”
“Cümle sonlarına nokta konur.”
f. Edebî-Sanatsal-Yazınsal İşlev (Şiirsel İşlevi): Dil sanatsal metinlerde bu işleviyle kullanılmakta hatta edebî dil veya sanat dili olarak adlandırılmaktadır.
“Seninle bir yağmur başlıyor iplik iplik,
Bir güzellik doluyor yüreğime şiirden.
Martıları konuyor omuzlarıma,
Gözlerin İstanbul oluyor birden.”
Yavuz Bülent Bakiler

“Şairim ya,
Gözlerini görürüm geceleri dolunayda,
Güneş doğarken selamını alırım.
Nerden çıktı bu rüzgâr?
Havada saçlarının kokusu var…
Bırak dilediğince essin, dile gelsin,
Şiir olup essin yüreğime;
Sonsuza kadar!”
Oyhan Hasan Bıldırki
g. Bağlamsal İşlev: Bağlamla ilgili hususlar, dile getirilmek istendiğinde bu işleviyle kullanılır.
Dil işlevlerini iletişim anında kazanmaktadır. Ancak metinlerde dilin birkaç işleviyle birlikte kullanıldığı da göze çarpar.

Hilâl GÜLER
DERS NOTLARI

ÇEŞİTLİ YÖNLERİYLE DİL

Dil, insanlar arasındaki iletişimi sağlayan bir araçtır. Dilin insan hayatındaki başlıca rolü, bilgiyi başkalarına nakletmek, böylece bir anlaşmaya varmaktır.
Dilin ortak nitelikleri şunlardır:
a. İnsanlar arasındaki iletişimi sağlar.
b. Sosyal bir kurumdur.
c. Temeli bilinmeyen zamanlarda atılmış gizli bir anlaşmalar sistemidir.
d. Kendine özgü konuları olan ve gelişen canlı bir varlıktır.
e. Bir milletin ortak malıdır.
f. Bir milletin kültür ve uygarlık seviyesi ile yakından ilgilidir.
Dil, konuşma dili ve yazı dili olmak üzere ikiye ayrılır.
Konuşma Dili, günlük hayatımızda kullandığımız dildir. Karşılıklı konuşmalarda dil kurallarına uyulmadığı görülebilir. Çünkü dil kurallarına uygun konuşmayı planlayacak zamanı yoktur.
Konuşmada ses tonundan ve vurgulardan yararlanılır. Ayrıca jest ve mimikler de karşımızdaki kişiyle anlaşmamıza yardımcı olur.
Konuşma dili, bölgelere göre farklılıklar gösterebilir; ancak bu farklılıklar yazıya yansımamalıdır.
Yazı Dili, yazılı anlatımda kullanılan dildir. Bir milletin kültür ve edebiyat dili, aynı zamanda yazı dilidir. Yazı dili farklılık göstermez, ortaktır ve devlet dilidir.
Diler kendi içlerinde birtakım alt kollara ayrılır:
a. Ağız: Bir dilin bölgelere göre değişen söyleyiş özelliğidir. Dilimiz konuşulduğu yere göre farklılıklar gösterir. Kars ağzı, Trabzon ağzı, Aydın ağzı vb.
“Ondan biz gece gahdık. Osmannı içine, gece bizi aldı gaşdılar. Gaşdığımız kimi yollarda az galdı tüfenginen bizi dolandırdılar.” A. Bican Ercilasun
b. Şive: Bir dilin ses ve şekil farklılıkları içeren söyleyiş özelliğidir. Türkçe’de 20’den fazla şive vardır. Kırgız, Kazak, Azerî, Özbek, Türkmen, Türkiye Türkçesi vb.
“Ahvalingiz neçük?” Özbek Türkçesi -> (Nasılsınız?)
“Düşeceğim” Azerî Türkçesi -> (İneceğim.)
c. Lehçe: Bir dilin bilinmeyen zamanlarda kendinden ayrılmış, çok büyük farklılıklar gösteren koludur, Yakutça, Çuvaşça gibi.
“İti kurduk munın munnan ereyin ereydien ıppıkın körün baran, töröp-püt ağalah kisi süreğim asımmat sanam haytah namnabat bu ol uoğay.”
(Böylece bu kadar işkence yapıldığını gören ana yüreği nasıl acımasın ve aklını oynatmasın?)
Dil, bir toplumu millet konumuna getiren bağların en güçlüsüdür. Dil olmadan bir toplumun gelişmesi beklenemez. Dili olmayan milletlerin tarihlerinden de söz edilemez. Bir milletin değerleri, gelenekleri, inanışları, mücadeleleri, kısacası kültürü, o milletin dilinde saklıdır.

DİL BİLGİSİNİN BÖLÜMLERİ:
Dil Bilgisi dillerin doğuşunu, günümüze kadar geçirdiği evreleri, dilin özelliklerini, kurallarını inceleyerek dili doğru kullanma yollarını gösteren bilgiler topluluğudur.
Bir dilin yapısının incelenebilmesi için çeşitli bilimsel yollardan hareket etmek gerekir. Bu nedenle dil bilgisi kendi içinde birtakım alt dallara ayrılır.
1- Ses Bilgisi (Fonetik): Bir dildeki sesleri, bu seslerin birlikte kullanılışlarını, vurgularını, tonlarını inceler.
2- Şekil Bilgisi (Morfoloji): Sözcük köklerini, eklerini, sözcüklerin birleşme ve türeme yollarını, çekim özelliklerini inceler.
3- Yapı Bilgisi (Etimoloji): Sözcüğün kökünü, ne zaman ortaya çıktığını, zaman içerisinde nasıl değişikliklere uğradığını araştırır.
4- Anlam Bilgisi (Semantik): Sözcük ve sözcük gruplarının anlamlarını, anlam değişmelerini inceler. Cümlelerin anlamlarını da değerlendirir.
5- Cümle Bilgisi (Sentaks): Cümleleri, cümlecikleri, sözcük gruplarını yapıları bakımından inceler. Bunların cümle içerisinde nasıl yer aldığını araştırır.
6- Ağız Bilgisi (Diyalektoloji): Sözcüklerin çeşitli bölge ve gruplara göre değişen söyleyiş biçimlerini inceler.

DÜNYA DİLLERİNİN SINIFLANDIRILMASI
Dünyada konuşulan dillerin sayısı kesin olarak bilinmemektedir.
* Dil aşamasına gelen bazı lehçelerin ayrı bir dil sayılıp sayılmayacağı.
* Yazı dilini oluşturmamış dillerin bir dil sayılıp sayılmayacağı.

BİÇİMLERİ (YAPILARI) BAKIMINDAN DİL AİLELERİ
1- Tek Heceli (Yalınlayan) Diller:
a. Sözcükleri tek hecelidirler, ek almazlar.
b. Sözcükler cümle içinde değişikliğe uğramazlar, çekimleri yoktur.
c. Cümle tek heceli sözcükler dizisinden ibarettir.
d. Sözcüklerin görevi cümledeki yerinden anlaşılır. (Cümle dışındaki sözcüklerin ad, sıfat, belirteç, eylem olup olmadıkları anlaşılmaz.)
e. Şekil olarak birbirlerine çok benzeyen sözcükleri ayırmak için zengin bir vurgu sistemi geliştirilmiştir.
f. Yeni anlam ve kavramlar; yeni sözcüklerle birleştirme veya vurgulamayla karşılanır. Bir sözcük değişik tonlarda söylendiğinde farklı on – on beş anlam kazanır.
(ÇİNCE, TİBETÇE, SİYAMCA, LAOSÇA, GÜNEYDOĞU ASYA DİLLERİ)

1. Bitişken (Eklemli) Diller:
a. Sözcük kökleri değişmez.
b. Sözcüklere birtakım ekler getirilerek yeni sözcükler elde edilir. Türetilen sözcüklerle kök arasında anlam ilişkisi vardır.
c. Sözcüklere getirilen eklerle cümle içindeki sözcüklerin görevlerinde değişiklik yapılabilir.
d. Kök ile ekler açık bir şekilde birbirinden ayırt edilebilir.
e. Bazı dillerde ekler sözcüğün sonuna, bazılarında ise sözcüğün başına getirilebilir.
(TÜRKÇE, MOĞALCA, MANÇUCA, TUNGUZCA, KORECE, JAPONCA, FİNCE, MACARCA)

3. Kaynaştıran (Polisentetik) Diller:
a. Bu gruba giren dillerde cümle temel bir dil ögesine dayanır.
b. Genellikle eylem cümledeki diğer ögeleri kendisiyle birleştirir. Bazen bir cümle bir sözcük durumuna gelebilir.
c. Bitişme kesintiye uğramaz, cümlenin bütününe yayılır.
d. Cümledeki sıralama belirli kurallara göredir.
(AMERİKAN YERLİ DİLLERİ, GROENLAND DİLİ, ESKİMOCA, GÜRCÜCE)

4. Bükünlü (Çekimli) Diller:
a. Bu dillerde tek heceli ve çok heceli sözcük kökleri vardır.
b. Yeni sözcükler türetilirken ve çekim sırasında çoğu kez sözcük köklerinde önemli değişiklikler olduğu gibi, sözcük kökündeki asıl sesleri yeni sözcükte de bulmak mümkündür.
c. Yeni anlam ve kavramlar anlatan sözcükler kökün içten kırılmasıyla aldığı değişik şekillerle karşılanır.
d. Bükünlü diller kendi aralarında kök bükünlü ve gövde bükünlü olmak üzere ikiye ayrılır.
(ARAPÇA ---> KÖK BÜKÜNLÜ; ALMANCA, İNGİLİZCE, FRANSIZCA---> GÖVDE BÜKÜNLÜ)

KAYNAK (Köken, menşe) BAKIMINDAN DİL GRUPLARI:
1. Hint – Avrupa Dilleri: Avrupa ve Asya’da konuşulur.
Romen dilleri (Fransızca, İtalyanca, İspanyolca, Portekizce, Romence…)
Slav dilleri (Rusça, Ukraynaca, Lehçe. Çekçe, Slovakça, Bulgarca, Hırvatça…)
Germen dilleri (İngilizce, Almanca, Hollandaca, İsveççe, Norveççe…)
Asya dilleri (Hintçe, Farsça, Afganca, Urduca, Sanskristçe…)
2. Hamî – Samî Dilleri: Güneybatı Asya ve Kuzeybatı Afrika’da konuşulur.
İbranice, Arapça, Asurca, Aramca, Somalıce…
3. Bantu Dilleri: Orta ve Güney Afrika’da konuşulur.
Lingalaca, Lubaca, Kongoca, Gurca…
4. Ural – Altay Dilleri: Fince, Macarca, Samoyetçe…
Türkçe, Moğolca, Tunguzca…
5. Çin – Tibet Dilleri: Güneydoğu Asya’da konuşulur.
Çince, Tibetçe, Siyamca, Nagaca, Birmanca…
6. Okyanusya Dilleri: Malayca. Cavaca, Tahitice…
7. Amerikan Dilleri: Güney ve Kuzey Amerika’da konuşulur.
Eskimo, Algonkin, Naçez, Atabaska, Maya, Uto-Aztek…

Hilâl GÜLER
DERS NOTLARI

Cuma, Eylül 29, 2006

BAYRAĞIMIZ

HİLÂL GÜLER
Söke HFAL Türk Dili ve
Edebiyatı Öğretmeni

















Tarihin başlangıcından bu yana insan topluluklarının “millet olma” bilincini ve kararlılığını gösterdikleri andan itibaren birer bayrakları olduğunu görürüz. Bu bayrak, o milletin bağımsızlığının sembolü olmasının yanı sıra; devlet biçiminin, millî birliğinin, dünya görüşünün, inancının, kültür ve tarihinin de birer aynası olmuştur.
Binlerce yıllık bir geçmişi bulunan bayrak mevhumunun, Türklerde manevî ve içtimaî bir tarafı vardır. O, atadan oğla miras kalmış, sevgisi gönüllerde kuşaktan kuşağa taşınmıştır. Elden ele dolaşmış, bayramlarda en güzel süs, düğünlerde-derneklerde içten bir neşe kaynağı, düğün evinin alemi, zaferlerin baş tacı, düşmanın yüreğine indirilen korku ve haşmet sembolü olmuştur. Vatan tehlikeye düştüğü zamanlarda, bütün millet fertlerinin altında toplandığı güven kaynağı, millî birlik ve beraberliğin sembolü, küsleri ve dargınları bile tek hedefte kenetleyen bir bağ olmuştur. Hatta bayrak, eski Türklerde koruyucu bir ruh[1]tur. Bu yüzden kutsaldır, başında nöbet tutulur. Yere düşürmemek, düşmana bırakmamak için de ölüm dahil her türlü fedakârlık ve tedbir alınır.
Türk bayrağının varlığını en eski Türk devletlerine kadar uzatmak mümkündür. Hatta Oğuz Han; “Kün tuğ bolgıl, kök kurıkan” (Güneş bayrağımız, gökyüzü de çadırımız olsun) derken, bayrağın, dünyayı aydınlatan güneş kadar kendilerine yol gösterici ve o derecede de yüce olduğunu ifade ediyordu. Bu bir destanın ifadesidir. Destanlar milletlerin mâşerî[2] vicdanından doğmamışlar mıdır? Bundan anlaşılıyor ki eski Türklerde bayrak ile tuğ arasında bir ayrım yoktur. Bazen tuğ yerine sonraları “sancak” da denilmiştir. Sancak ve tuğ, en kesin ayırımını Osmanlılarda bulmuştur. Sancak ve bayrak ayırımı ise cumhuriyetle açığa kavuşmuştur.Bayrak demek, renk demektir. Türk kavimlerinin sevmedikleri ve uğurlu saymadıkları bir rengi, bayrak olarak kabul etmeleri ve onun peşinden gitmiş olmaları da pek düşünülemez. Türklerde çok eski dönemlerden beri “kırmızı” renge büyük bir değer verilmiş ve saygı duyulmuştur. Bütün Türk devletlerinde de “kırmızı savaş sancağı” hiç değişmemiştir. Eski Türk kaynaklarında “kırmızı bayrak” yerine “kızıl bayrak” geçer. Kızıl bayrak yalnız, Türklerindir. Bağımsızlığın, şahâdetin ve kan dökmenin sembolüdür. Kırmızı sancak yanında “ak”, az da olsa “sarı sancak” da kullanılmıştır. Yavuz, kendi akınlarında ak ve kırmızı sancakları birleştirerek iki saltanat sancağı kullanmıştır.Bayrağımızdaki “al” renk, Karahanlılara kadar gitmektedir. Onlardan Selçuklulara ve Osmanlılara geçmiştir. Osmanlı devletinden de miras olarak Türkiye Cumhuriyeti’ne devredilmiştir. Al, millî bir renk olmuştur.
Ay ile yıldız, Türk mitolojisinde sık sık, yan yana kullanılır. Bayrağımızdaki ay ve yıldızın ne zaman yan yana getirildiğini bilmiyoruz. Osmanlı bayrağında “hilâl” vardı. Ancak yıldız yenidir. Bu sebeple Avrupalılar, kendi dini sembolleri olan “haç”ın karşısında “hilâl”i de İslamiyet’in sembolü olarak gördüler. Uzun yıllar Türklerle Avrupalılar arasındaki savaşlar, “hilâl-haç” mücadelesi olarak değerlendirilmiştir.
Bayraktaki hilâl sembolüne bir de kutsallık katılmıştır. “Allah, hilâl, lâle” sözcükleri, Arapça’da aynı harflerle yazılır ve ebcet hesabı ile değerleri de aynıdır. Bu yüzden Türkler, “Allah” lafını yazmayı uygun görmedikleri mekânlarda hilâl veya lâle sembollerini kullanmışlardır [3].
Bayraktaki yıldız motifi hem “ay” motifini tamamlaması hem de yıldızın hiç kimsenin yetişemeyeceği kadar yükseklerde olması, karanlık gecelerde yol göstermesi, aynı zamanda mecazî anlamıyla “gözde olmak, geleceği parlak olmak” gibi anlamlar taşıması yönünde kullanılmış olmalıdır.
1982 Anayasası’nda devletimizin bayrağı, “şekli kanunda belirtilen, beyaz ay yıldızlı, al bayraktır” ifadesiyle geçmiştir. Sadece bu şekliyle geçmiş olması yeterli görülmemiş “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez” diye kesin hükme de bağlanmıştır.
Kırmızı zemin üzerinde hilâl ve yıldız bulunan bayrak, bir saltanat sancağı olarak 1793 yılında kabul edildi. Ancak buradaki yıldızın köşe sayısı sekiz idi. 1842 yılında Abdülmecit Han tarafından yıldızın şeklinin beş köşeli olması kanuna bağlandı[4]. Cumhuriyetten sonra 22 Mayıs 1936 tarih ve 2894 sayılı kanunla bayrağımızın şekil ve ölçüleri tespit edildi. Bu ölçülerde değişiklik olmamak üzere 22 Eylül 1993 tarih ve 2983 sayılı kanun ile yeni bir düzenlemeye gidildi. Yine şekli ve kullanılacağı yerler, bayrak çekip indirme usul ve esasları 13.07.1983 tarih ve 186976 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan Türk Bayrağı Tüzüğü ile yeniden tespit edilmiştir.

Eylül 2006
1] Prof. Dr. B. Ögel, T. K. T’ne Giriş VI K. B. 1184 s.221
[2] Birleşik, ortak.
[3] Mefkûre Melhoğlu, “Gün-ay Kültürü ve Türk Bayrağı’ndaki Ay ile Yıldız”, Türk Kültürü sayı.389, s. 537
4] Bayrak, Türkiye Gazetesi Rehber Ans. 2. cilt – s. 211

Cuma, Temmuz 28, 2006

UCU YANIK MEKTUPLAR

Bu hüzünlü günler karışıklıkların başıydı henüz. Heryerde bir huzursuzluk, insanlar arası bir soğukluk vardı. Belliydi bir savaş çıkacağı. Korkunun sessizliği kaplamıştı dört bir yanı. Doğa bile kızmıştı insanların bu davranışına, bir tek ses çıkarmıyor içten içe kinleniyordu.Göçmen Türkler Yunanistan'dayken başlamıştı tüm baskılar. Türkleri sindirip ele geçireceklerini sanıyorlardı. Henüz ne Türkleri ne de özgürlüklerini tam anlamıyla tanıyamamışlardı anlaşılan. Bastığı her toprağı kendi vatanı gibi koruyan bir milleti, bu baskılar caydıramazdı. Onlar Yunanları da savunmuşlar, kazanmışlardı. Yunan hükümetinin bile Türk askerine maaş bağlaması bundandı.
Bir kadın vardı içlerinde; sessiz, sakin ama sert görünüşlü bir kadın. İçinde korku olsa da bakışlarından cesaret fışkırırdı. İlk harbe babası da katılmıştı. O bahsedilen özgürlüğüne düşkün Türk askerlerinden biri de Servet Hanım'ın babası Hasan'dı. Küçüklüğünden gelen bu sessizliği de muhtemelen canından çok sevdiği babasını kaybetme korkusundan kaynaklanmıştı. Ülkeler arasında olduğu gibi onların da sakin bir yaşantıları yoktu. Ayaklanmalardan, gün aşırı çıkan isyanlardan tedirgindiler artık. Her ne kadar buraya, Selanik'e, alışsalar da gitmeleri gerekiyordu. Babası savunduğu bu toprakları, bu toprakların altında yatan karısını bırakmak istemese de bunu kızı için yapmalıydı. Anadolu'ya gelmeye karar verdiler.
Anadolu'ya gelirken hayatının ikinci acısını da yaşamıştı Servet Hanım. Babası ölmüş, onu bu yabancı topraklarda yapayanlız bırakmıştı. Servet Hanım'ın çekingenliğinden mi, yoksa o zamanki hayat şartlarının çok daha zor olmasından mı bilinmez, yanlızlığa çok dayanamadı. Evlendiği eşinden çok geçmeden bir de oğlu oldu. Bilinçaltındaki tek oğul isteğinin babasından kaynaklandığını o da biliyordu. Eşinin de anlayışı sayesinde oğluna Hasan adını vermişti. Oğlunu canından çok sever, gözünden sakınırdı. Oğlu ergenlik çağına girdiği sıralarda Anadolu'da karışıklıklar başlamıştı. Anadolu'da Mustafa Kemal adı duyuluyordu.
Mustafa Kemal: "Tek çıkar yol, Kurtuluş savaşıdır!" diyordu.
Yavaş yavaş her gence askerlik kâğıtları gelmeye başlamıştı. Savaş başladığında ülkenin çıkarsız ve güçsüz hali, eli silah tutabilen her erkeğin savaşa gitmesini gerektirmişti. Servet Hanım buna nasıl dayanırdı? Tek oğlu da giderse ne yapardı? Ne kadar bir asker olarak babasıyla gurur duysa da oğluna kıyamıyor, askerliği istemiyordu.
Hasan'ı da aldılar cepheye sorgusuz, sualsiz daha eğitim bile verilmeden. Köyde, kentte erkek kalmamıştı. Erkekler cephede savaşırken kadınlar da yaşam savaşı veriyordu. Her işi yapıyor bir de orduya destek çıkmaya çalışıyorlardı. Köyde biri ölse kadınlar kaldırır olmuştu cenazeyi. Cephede ise eli titreyen çocuk yaştaki erkekler, daha savaşı anlamadan birer birer şehit oluyorlardı. Ucu yanık mektuplar anaların yüreğini yakar olmuştu. Ama Servet Hanım umutluydu. "Ben babam için de endişelenmiştim o savaştan bir kahraman gibi geldi. Hasanım da öyle gelecek" diye telkin ediyordu kendini.
İnanmak istemese de ucu yanık mektup bir gün ona da geldi. Mektubu eline aldığı anda kemiklerinden üç tık sesi geldi. Artık çökmüştü. Vücudu bile buna dayanamamış, kambur olmuştu. Hiç inanmadı öldüğüne, yakıştıramadı bunu Hasan'ına. Acıların en büyüğü de evlat acısıydı Servet Hanım'a göre.
Savaş bitmiş, ferah günlere çıkılmaya başlanmıştı. Büyük Komutan Mustafa Kemal, işgalden kurtulan şehirleri bir ödül gibi ziyaret ediyor, halka karışıyordu. O zamanlarda Servet Hanım'a, Servet ana denmeye başlanmıştı. Sessizliği ve sırtındaki buruk acılarıyla bir ölü gibi yaşardı. Herkes üzülür ama çaresiz kalırdı onun karşısında. Mustafa Kemal, Servet ananın köyüne de gelmişti. Davul, zurnayla, büyük coşkuyla karşılanmıştı. Tek coşku Servet ana da yoktu. Elbette o da seviniyordu savaşın bittiğine ama bencillik bu ya "Hasanı'm gitti, neye yarar?" diyordu. Ağlayıp duruyordu köşesinde. Bu hüzün Mustafa Kemal'in gözünden kaçmadı. Mavi gözleriyle Servet ananın gözünün içine bakmak istedi ama Servet ana gözlerini kaçırıyordu sürekli. En sonunda dayanamadı, sordu Mustafa Kemal.
- Neyin var anacım?
Servet ana başını kaldırdı. Şimdi daha cesaretli ve kararlı bakıyordu.
Sessizliğini bozdu ilk defa:
- Benim babam Türklük onuru için yad ellerde savaştı, ne Türklere söz getirdi ne de ezdirdi. Ama sen benim yavrumu koruyamadın. Tek varlığım, Hasan'ım gitti. Neyin var diye soruyordun, işte tüm derdim bu. Şimdi söyle bakalım Hasan'ımı bana geri verebilecek misin? dedi.
Mustafa Kemal üzülmüştü bu boynu bükük, bağrı yanık anaya. Topluluğa döndü ve tekrar Servet anaya dönerek;
- Belki sana Hasan'ı veremem ya da Ahmetleri, Mehmetleri ama bu coşku dolu insanları verebilirim. Geleceğe umutla bakan çocukları, evlat sevgisiyle yaşayan anaları, babaları ve bir daha hiçbir savaşın olmasına izin vermeyecek gençleri verebilirim. İçindeki acı belki bunlarla biraz hafifler, dedi.
Servet ana ağlıyordu şimdi, haklıydı.
Bu büyük lider, artık kendi çocuğu gibi kucaklıyordu herkesi.

Ece SERT

BİN BİR RENK













Maviyi gördüm sende,
Uçsuz bucaksız denizlerdeki maviyi.
Bazen açık, bazen koyu
Hep seni derinlerine çeken
İçinde rahatladığım
Dışında düşlediğim maviyi gördüm sende

Yeşili gördüm sende
Saflığını henüz yitirmemiş ormanların yeşili
Bazen açık, bazen koyu
Hep gözlerimin daldığı
İçinde iyi hissettiğim
Dışında düşlediğim yeşili gördüm sende

Kırmızıyı gördüm sende
Savaşlarda durmadan akan kırmızıyı
Bazen açık, bazen koyu
Hep içimi acıtan
İçinde korktuğum
Dışında ürktüğüm kırmızıyı gördüm sende

Kayboldum renklerinde
Ben büründükçe bin bir rengine
Sen bir yıldız olmayı seçtin bende
Bana uzak oldun bile bile
Bir parça beyaz aldım kendime
Şimdi sadece siyahın kaldı yüreğimde.
Bıraktığın his bedenimde
Bana acı vermeye devam etse de
Adın inatla yine dilimde.
Ayrılığı anlatan her bestede;
Aklıma gelir hayâlin,
Buğulanır gözlerim...
Ben ağladıkça gökyüzünden yıldızlar kayar
Tanrı'dan onların "sen" olmasını dilerim
Ruhun kalbimi sarsarken en şiddetlisinden
Ben yine azimle yıkılmam,
Tek çarem olan seni isterim.
Çaresizliğin ve sitemin kol gezdiği
Tek korkum olan zindan gibi gecelerde
Gözlerimi kapatır, seni beklerim
Seni düşlerim
Seni özlerim
Ve bir gün geleceksin bilirim...

Gözde BAYLAN

Pazar, Temmuz 16, 2006

RENKLERİN BÜYÜSÜ














Gökyüzünün zifiri karanlığı, güneşin ilk ışıklarıyla aydınlanmaya başlarken, yirmili yaşların sonlarında, oldukça güzel bir kadın, beyaz çakıl taşlarıyla kaplı yolda hızlı adımlarla ilerliyordu. Yolun iki tarafında, her renkten laleler ve sümbüllerle bezenmiş, muntazam çiçek bahçeleri göz alabildiğine uzanıyordu. Lalelerin çiçeklerine ışıldayan renkler hakim olmakla birlikte, parlak kırmızı ve vişne çürüğü renkleriyle, çizgili ve benekli olanları da vardı. Narin sümbül salkımları ise beyaz ve sönük pembe renklere bürünmüşlerdi. Bazıları ince bir cam kadar narin, şeffaftılar. Yolun kenarlarını ise menekşeler ve karanfiller süsülüyordu. Yürümeye devam etti. Daha ilerde süsenler ve nergisler çiçek açmışlardı. Ara sıra nazlı çiçeklerini açmakta olan zambaklar da göze çarpıyordu. İç bayıltıcı bir koku sarmıştı her yanı. Bitmek tükenmek bilmez çiçek bahçeleri, büyük tohumlarını, sarı, kırmızı, pembe ve beyaz kalpler halinde açmakta olan çalılar ile çevrelenmişti. Kendini rengarenk çiçeklerin, güneşin ilk ışıklarıyla olan ahenkli dansına kaptırmışken ilerlemekte güçlük çekiyordu.
Alev kırmızısı çiçeklerle bezeli nar ağaçları arasında uzanmaya başlamıştı yol. Nar ağaçlarını, limon ve şeftali ağaçları takip ediyordu.
Hava aydınlandığında bir selvi ormanına ulaşmıştı. Suların çağıltısı, adımlarını takip ediyordu. Uzaklardan gelen bu boğuk ses, yükseklerden dökülen bir dağ deresini hatırlatıyordu insana…
Genç kadın durdu ve uzaklardan gelen dalga seslerini dinlemeye başladı. Ne yöne gideceğine karar vermişti. Yürümeye devam etti.
Özgürlüğe doğru…

EFECAN YAVAŞGEL

Çarşamba, Nisan 12, 2006

BOŞLUK


Neyin nesi diye sorduğumuz bu hayat kavramını, şu dünyada tam anlamıyla açıklayabilmiş bir varlık olduğunu sanmıyorum. Somut bir kavram gibi görünen; fakat nereden geldiği belli olmayan bir sözcükten kim, nasıl bahsedebilir ki? Bazıları beynindeki sözcükleri kurcalayıp. Onlardan bir cümle kurar. Ona göre hayat tek bir cümledir. Bazıları da maksat anlamını anlatmış olmak için, bildiği tüm sözcükleri kullanır. Onlar gerçekten söyledikleri, ifade etmek istedikleri cümlelere inanırlar mı? Belki de inanırlar! Bilinç altlarına işlemiştir bir kere kafalarındaki "hayat" kavramı. Başkası ne derse desin onun için hayat hep aynı "hayat" olarak kalacaktır.
Şimdilik benim gözümde hayat, keşfedilmemiş bir boşluktur. Kim biliri belki bir gün ben keşfederim de, o zaman bu keşfedilmemiş boşluk kavramı da silinir aklımdan.
Hayat bir yolculuktur deriz. Kimse düşünmüş müdür peki, bu yolculuğun nasıl bir yolculuk olduğunu? Ya da bu yolculuğun nasıl bir yolculuk olduğunu?
Bir otobüstesin… İki katlı, üst tarafı beyaz, alt tarafı siyah bir otobüs. Otobüse seni annen ve baban bindirir, ama onlar da bilmez otobüsün nereye gittiğini. Beyaz boyalı üst kata oturursun ilk bindiğinde. Çünkü beyaz olan kat senin daha çok hoşuna gider. Yolcular yavaş yavaş doluşurlar otobüse; ama ne gariptir ki kimse nereye gittiğini, neden gittiğini bilmez. Bir kaynaşmadır başlar yolcular arasında. Sonra bir dinlenme tesisine girer otobüs, dışarı çıkıp hava alırsın. İçine çektiğin hava var olduğunun bir kanıtıdır. Sonra yolculuk devam eder. yolcular arasında haylazlar da çıkar. Başlar bir tartışma otobüsün üst katında. Senin de sinirlerin gerilir ve kötü, kırıcı sözler söylersin. Yolcular arasında artık sevilmemeye başlarsın. Yalnızlık duygusu kaplar benliğini. Git gide bu öfkeye dönüşür ve karanlığa düşersin. Yolcular da seni üst katta istemiyorlardır zaten ve otobüsün alt katına inersin. Yani siyah boyalı katına. Orda kimsecikler yoktur, aslında vardır da sen göremiyorsun karanlıkta. Oturmak istemezsin oradaki koltuklara, çünkü hiç rahat değildirler. Sonra kolundan çekip durur oradakiler. Zor kurtulursun ellerinden, arkasından da şoföre bakmaya gidersin, lakin onu bir türlü bulamazsın. Bir yandan yalnızlığın verdiği öfke, bir yandan da karanlık korkusu seni deliye çevirir ve hıçkırıklara boğulursun. Derken yukarıdan gülüşme sesleri gelir. Ne kadar da mutlular diye öfkelenirsin. O sırada üst kattan biri gelip "ağlama" der sessizce, seni elinden tutup yukarı çıkarır, ondan kurtulmaya çalışmazsın. Zaten olmak istediğin yer burasıdır. Yine de yaptığın davranışlar nedeniyle onlardan utanırsın. Ama güzel bir söz öğretmişti sana annen. O söz aklına gelir ve "özür dilerim" dersin. Herkesin yüzündeki soğukluk, tebessüme dönüşür, sarılırlar sana. Artık mutlusundur. yolculuğunu hep yanındaki sevdiklerinle geçirmek istersin. Senin için hayat budur. Karanlığa düştükten sonra aydınlığın değerini anlarsın.
Böyle giden bir yolculukta şoför bazen hızlı gider, bazense yavaş. Ama şoför artık daha da yavaşlamaya başlamıştır ve sen etrafındakilerin de yavaşça ortadan kaybolduklarını görürsün. Otobüsün her durmasında birkaç yolcu azalıyordur. Otobüs de gittikçe yavaşlamaya başlamıştır. Yavaşlamasıyla kendinde de bir huzursuzluk hissedersin. Camdan dışarı bakar ve otobüsün bir uçuruma yaklaştığını görüp titremeye başlarsın. Şoföre "dur" diye bağırırsın; fakat… artık çok geçtir. Otobüs uçurumu geçmiştir.
Belki de hayat böyledir. Sonu olan bir yolculuk. Bir otobüs yolculuğunun sonu olduğu gibi hayat da bir gün son bulur. Önemli olan aydınlık bir hayatta yaşamaktır. Karanlığa girmeye de, aydınlığa girmeye de sen karar verirsin. Hayatta bazen mutlu, heyecanlı, bazen de mutsuz ve yorgun olmak da senin elindedir. Çünkü hayatın şoförü insanın kendisidir!

BEGÜM TAN

HAYATİ VAZİFEMİZ



Ben dünyanın üç günlük olduğuna inanıyorum; dün, bugün ve yarından ibaret. Dün geçti, bugün yaşıyorum, yarın yaşayacağım ama bu söylediğim son ikisinin gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini bilmiyorum. Evet… Doğru bildiniz; bugün ve yarından söz ediyorum. Ya bugün hayatım sona ererse? Ya da sabaha çıkamazsam? Bunu kimse bilemez, göremez, tahmin de edemez. Biz bu dünyada sonunu bilmediğimiz bir yolculuktayız. Hiçbir zamanda sonunu bilemeyeceğiz.
Bazen yolculuğu sona erenlere kızıyoruz. Niye bizi bırakıp gittiler diye. Peki, bir sorun kendinize bakalım: Onlar, kendi istekleriyle mi gittiler? Tabii ki mecburiyetten gittiler. Bir de şu soruyu kendinize yöneltin bakalım. Onlara yeteri kadar sevginizi gösterebildiniz mi? Bu soruya evet diyebilenlere ne mutlu. Ne mutlu ki onlar, hayati vazifelerini yerine getirmişler. “Vazife” diyorum; çünkü bana göre sevgimizi göstermek, vazifedir. Tutmayın kendinizi, ya. Haykırın sevdiklerinize sevginizi, belli edin. Ne bileyim? Onlara sevginizi belli etmek için alternatifler bulun. Mesela onlara sevginizi, küçük kağıtlara güzel sözler yazıp kullandığı eşyaların üzerine yapıştırarak da belli edebilirsiniz. Yeter ki onları kaybetmeden bu vazifeyi yerine getirin, yoksa çok geç olabilir.
Size küçük bir örnek vereyim. Maddî değerler üzerine kurulmuş bir evlilik düşünün. Sizce bu evlilik yürür mü? Bence yürümez. Hiç susuz bir çiçek büyür mü? Hayatta kalabilir mi? Bu da ona benziyor. Bu, toplum için de geçerli. Bir toplumda kimse manevî değerlere önem vermeyip, sadece maddiyata şapka çıkarıyorsa, o toplumun daha fazla hayatta kalamayacağını düşünüyorum.
Sevgi tıpkı bir güneş gibidir. Nasıl insanlar hava günlük güneşlik olduğunda kendilerini mutlu hissediyorlarsa, sevgi olunca da insanlar mutlu olurlar. Sevgiyle başlayan, şerefle biten hayat, mutlu hayattır. İşte bu yüzden hayatımızda manevî değerlere de bir yer ayırmalıyız.
Çabuk olalım.
Çünkü yarın, çok geç olabilir!..

RABİA GÜMÜŞ

İNSANLIĞIN KURTARICISI



İçerisinde yaşadığımız bu küçük dünyaya gelen her canlı, elbet bir gün göçüp gidecektir. Önemli olan nasıl öldüğümüz değil, nasıl yaşadığımız ve nasıl anıldığımızdır. Bu dünyada insanlara faydamız dokunsun ki onlar da bizi iyi bir şekilde ansınlar. Unutmayalım ki şu yalan dünyada tek gerçek vardır; o da sevgi.
Sevgi bir insanın başka birine duyduğu en yüce histir. Eğer insanın içinde bir miktar sevgi bulunursa, o insan mutlu, merhametli, mert ve iyi kalplidir. Sevgi, insanın kalbini yumuşatır. İnsanlara karşı sevgisi bulunan kişi, aynı zamanda da topluma ve kendine yararlı insandır. Çünkü toplumu, milleti bir arada tutabilecek en güçlü bağ, sevgidir. İnsanlar arasında sevgi bulunursa, o dünya, yaşanılabilecek, mutlu bir dünyadır. Çünkü o dünyada yalan, ihanet, hırsızlık ve cinayet yoktur. İnsanlar birbirini gözetip sayarlar. Aralarında hoşgörü ve anlayış bulunur. Binlerce insanın ölümüne, sakat kalmasına, ruhi anlamda çökmesine yol açan korkunç ve vahşi savaşlar yoktur. Bilim adamları silah yapmak için değil, aşı üretmek amacıyla çalışırlar. Dünyadaki herkes, sadece kendisi için değil, aynı zamanda insanlık için de çalışırlar.
Şimdi bütün bunları bir kenara bırakıp, bir de sevgisiz bir dünyayı düşünelim. Sevgisiz bir dünyada hoşgörü ve barışın adı bile duyulmaz. Tek hakim düşünce vardır: o da savaş ve kötülük. Sevgisiz bir dünyada insanlar mutsuzdur. Herkes birbirin ezip, soyup kandırmayı amaçlar. Milletlerin tek gayesi vardır, o da diğer milletleri sömürmek. Bu dünyada savaş vardır. İnsanlar, milletler birbirlerini sırf para uğruna boğazlarlar. Bütün değerler ve saygı unutulmuştur. Kötülük herkesi esareti altına almış, hoşgörüye ve sevgiye inanan insanlar enayi olarak kabul ediliyor. Bu dünya, bizim dünyamıza benziyor mu? Her gün televizyonu açtığımızda, aynı türden haberlerle karşılaşmıyor muyuz? Kim bilir ben bu satırları yazarken, Irak’ta kaç kişi kurşunlandı? Somali’de kaç kişi açlıktan öldü? Bizim sokaklarımızda kaç kişinin çantası çalındı?
Ama ben, dünyamızsın bu kötü gidişatına rağmen ümidimi kaybetmiş değilim. Çünkü eminim ki hepimizin kalbinde sevgi tohumları var ve onlar yeşermek için doğru zamanı bekliyorlar. En sonunda yine iyilik ve sevgi kazanacak ve yeryüzündeki bu kötülüğü temizleyecek. Bu günlerin gelmesini sağlamak çok kolay ve zahmetsiz. Sadece insanları sevmek ve kendimiz için istediklerimizi başkaları için de istemek yeterli. Unutmayalım; bu dünya hepimizin yaşayacağı kadar büyük, ama savaşılmayacak kadar küçük.
Sevmekten asla ümidimizi kesmeyelim.

EMRE AŞIK

AYNALAR



Yatmadan önce son kez lavaboya gittiğimde, aynada bana, anlamlı bakışlarla bir şeyler anlatmak isteyen yüzüm ve aynı bakışlarla karşılık veren kendim vardım. Dağınık saçlarım, sanki günlerdir uykusuzmuşçasına yorgun gözlerim, ufak bir tebessümü bile imkânsız kılan yüzümle ben vardım.
Hava yağmurlu olunca ayakkabıları çamurlu olan insanların niye kızdığını, seninkiler de çamur olunca anlayabilirsin. Kötü not almanın verdiği sıkıntıyı sen de kötü not aldığında anlayabilirsin. Ve bunun gibi birçok günlük enstantaneler benim için anlaması kolay, ya da ben öyle olmasını istiyorum. Herhangi bir şeyi sevmek veya nefret etmek mi? Bunlar da en az çamurlu ayakkabılar kadar anlaşılır olmalı.
Ama sevgiyi anlamak insanlara çok daha kolay geliyor. Sokakta yaralı gördükleri bir köpeğe bazen kendileri de taş atıp giderler. Bu kişilerin sevgiden söz etmesi, ister istemez çelişkiye düşürüyor insanı. Kendime az sormadım: “Ne bu sevgi? Ne işe yarar? Sevmesek ne olur?” diye. Bir kadın, bebekleri sevdiğinden söz eder durur. Aynı kadın bir bebeği sevmeye doyamazken, bir de baktım ki başka bir bebeği dövmekten beter ediyor. Bu mudur bebek sevgisi? Hayır! Bence bu sadece bazı bebeklere duyduğu basit ilgidir.
Aynadaki o anlamlı bakışlar her seferinde bana aynı şeyleri fark ettirmek için uğraşır, ne kadar çirkin olursam olayım, ne kadar sorunum olursa olsun, o, benim ve ben her şeyden de kıymetliyim. Her aynaya bakışımda beni seven birinin huzur veren bakışları ısıtır içimi. Eminim ki kimse sevmeyi bilmese bile beni seven biri var.
Bazen sokakta bağırasım, tanımadığım kişilere sarılasım gelir. Kardeşimi doya doya öpesim, sınıftaki herkese sarılasım, istediğim herkesi de öpesim gelir. Kabıma sığamam. Annemi öpücüklerle boğasım gelir. Dağların en ulaşılmaz yerlerindeki çiçekleri toplayıp, yeşil çimlerde yuvarlanasım gelir. Bunlar gibi öyle çok yapmak istediklerim var ki… Sanki imkânsızları istiyormuşum gibi içimi burkar bunları yapamamak. Öyle bir hale gelmişiz ki artık sevgiyi aramak, istemek, sanki yanlış bir şeymişçesine karşılanıyor. O kadar sevgiyi tanımayan bir toplumuz ki bir yerlerde sevgiyle karşılaşsak bile ona tutunmak yerine, sırt çeviriyor, onu görmezden gelerek, ondan kurtulduğumuzu sanıyoruz.
Doğayı seven, ağacı kesebilir mi? Hayvanları seven onlara zarar verebilir mi? İnsanı seven, katil olabilir mi? Bunlar gibi neleriyle karşılaşıyoruz? Böyle insanlarda sevgiyi aramak, samanlıkta iğne aramaktan daha zor. Her insanda sevgi vardır. Ya da sevgi dediğimiz şey; sulanmayı bekleyen, büyüyüp çoğalmayı seven insanı yetiştirmeyi bekleyen… Ama insanlar korkuyor onu büyütmekten; sevgiyi aramaktan korkuyor, onu göstermekten… En sevdiğine bile sevgisini doyasıya gösteremeden onu kaybeder gider.
Hayat, bize sevecek o kadar çok şey vermiş ki mavinin yanında pembe, kırmızı, sokakların yanında caddeler, anne babamızın yanında akrabalar ve daha bir sürü şey. Hayat, ben ve sevgi… Biz, muhteşem bir üçlüyüz. Bütün bunları görmek hiç de zor değil. Sadece aynaya bakmak, bu bakışlara karşılık vermek; ihtiyacımız olan sevginin kaynağı değil mi?

EMİNE YAŞAR

UÇUK MAVİLERDE SARI OLAN MUTLULUĞUN ANAHTARI





Hayat birbirine düğümlerle bağlanmış pek çok şeyden meydana gelmiştir. Bunlardan bazıları hoşgörü, sevgi ve evrenselliktir. Hoşgörü; bir insanı yaptığı hatalarla bile kabul etmek, hoş görmektir. Sevgi; hoşgörüyle bezenmiş, sıcacık duygular bütünüdür. Evrensellik ise bu duyguları tüm dünya insanlarının kalbinde barındırmayı hedefleyen bir bağdır sanki. Hoşgörü, sevgi, evrensellik; dünyaya öyle bir kök salmıştır ki bunlar insanlarda var olduğu zaman, mutluluğun anahtarına; yoksa, mutsuzluğun, umutsuzluğun kara pençelerine dönüşür.
Asıl önemli olan; insanların, uçuk mavilerde saklı olan bu duyguları keşfetmesidir. İnsanlar bu duyguları kolayca keşfetmek yerine, zor ve kötü olanın, yani bu duyguları umursamamanın peşine takılıyorlar. Sonra da pişman oluyorlar ve umutsuzluğun zincirlerini kırıp, güzel duygulara yöneliyorlar. Onlar biliyorlar ki zincirlerini kolayca kırabilmelerinin nedeni, kendilerini her zaman hoşgörü ve sevgiyle karşılayan insanların var olmasıdır. İnsanı sarıp sarmalayan o sıcak ilginin, onlara kapılarını ve gönüllerini açan insanların farkına varırlar. İşte o zaman hoşgörünün ve sevginin değerini daha iyi anlarlar. İnsanoğlu bu değerlerin farkına vardıkça, evrensellik bağına sıkı ilmikler atmış olur.
Her insan çeşitli ağaçların karmaşıklaştırdığı ormanın içindeki yüksek otları yara yara patikasını bulmaya çalıştıkça; emin olun ki bu patikanın sonunda, onları hoşgörü ve sevgiyle bekleyen insanlarla karşılaşacaktır.
Ve patikasını zor da olsa bulan kişi; mutluluğun anahtarını avuçlarının ve gönlünün içinde hissedecektir.

TUGÇE UZUN

Cumartesi, Nisan 08, 2006

SEVGİ YUMAĞI



Sevmekle başlar her şey, bir insanı sevmekle. Anne kucağında alırız sevginin ilk tadını. Ömür boyu severiz bir şeyleri. Kimi zaman çevremizdeki insanları, kimi zaman çok sevdiğimiz kedimizi… Kimi zamanda o olmadan uyuyamadığımız ayı desenli pijamalarımızı. Hayatımız doğduğumuz gündeki gibi sevgiyle devam eder. Toprağa gömüldükten sonra bile hissederiz sevildiğimizi ve ölesiye sevdiğimizi.
Hayatı hep sevdim. Benim canımı yaktığı günlerde bile onu sevdim. Hayata bağlıyım. Sevmek, hayata bağlılıktır. Tutundun mu bir kere, kopamazsın bir daha? Hayat seni nereye sürüklerse, sana neler yaşatmak isterse, onu yaşarsın. Başka bir seçeneğin şoktur zaten. Sesini de çıkaramazsın, hayatın seni yönetmesine… Eee seviyorsun ya, buna katlanacaksın. Hiçbir zaman sesimi yükseltemedim hayatın zorbalıklarına. Hayatı seviyorum ve ona sevgiyle bağlıyım. Varsın gelecekse bir kötülük; sevmekten, sevilmekten gelsin!
Belki şanslı bir insanımdır, sevgiyle büyütüldüğüm için. Peki, ya sevgisiz büyüyenler? Onlar hayatı benim kadar sevebildiler mi? Hayır, sevemediler. Doğduğundan beri sevgi görmemiş, kimsesi olmayan çocuklar ne yapacak? Ne bir ailenin sevgisini ne de bir insanın sevgisini hissettiler yüreklerinde… Buydu zaten onlara, hayıtı sevdirmeyen. Anne kucağında daha anne kokusunu hissedemeden kendilerini Çocuk Esirgeme Ku-rumu’nda, ağlayan diğer çocukların yanında buldular… Daha nereye geldiklerini bile anlayamadan. Büyüdüklerinde ya bir hırsız, ya bir kapkaççı olup toplumca dışlanan insanlar oldular. Ne zaman haberlerde o kimsesiz çocukları görsem, hem üzülürüm, hem de hâlime şükrederim. Eğer ben de sevgi görmeseydim, belki onlar gibi olabilirdim. Onlar, kendileri seçmediler bu hayatı, onu seçmek zorunda kaldılar. Anne ve babalarının, onları sevgisizliğe terk etmesi değildi her şeyin nedeni. Kimsesi yok diye toplumun onları dışlamasıydı. Bugün ülkemizde kapkaççı ve hırsızların sayısı artıyorsa, bunun nedeni, sevgisini onlara çok gören insanlarımızdadır. Ne olur onlara yardımcı olup sorunlarını gidermeye çalışsak? Sevgimizi onlarla paylaşsak? Onları küçümseyip dışlamak yerine, insan oldukları için onları sevmeye çalışsak? Eğer bir gün bu düşüncelerim gerçekleşirse, ki gerçekleşeceğine inanıyorum, dünya hayatı çok mutlu bir hal alacak.
Sevgi bir yumak gibidir, insanların birleşip oluşturduğu. Gün gelecek bu yumak, o kadar büyüyecek ki belki de Gness Rekorlar Kitabı’na bile girer, tüm dünyaya örnek oluruz.

GÜLÇİN PEKER

Perşembe, Nisan 06, 2006

BİZ









Ne oldu o gözlerindeki bakışlara? Hepsinin de bir anlamı vardı. Biz zaten konuşmadık seninle. Bakışır dururduk öyle gözlerimizin içine. Hep böyleydi, sürer giderdi… Düşünsene bir kere, ya bakmasaydık birbirimize, ya anlamasaydık birbirimizin dilinden?.. İşte böyle…
Hepimiz bir ananın çocuğuyuz. Kimimizin rengi farklı, kimimizin anlayışı, bakış açısı. Sonuçta aynı topraktan olduk. Yeri geldi güldük, yeri geldi ağladık… Ama hep beraberdik.
Son zamanlarda eli zincirli bir canavar Beliriverdi. Gözleri bir ateş parçasıydı sanki. Zinciri bize doğru tuttu. Ayırmak istedi bir kardeşi diğerinden. Ayırmak istedi onu anasının şefkatli kollarından. Bırakmadı öteki. Ağladı, sızladı. Sonunda o canavar gitti. Ne büyük bir kardeşlikti bu? Ne büyük bir sevgi? Ne büyük bir hoşgörü? İyi ki de böyleydik. Ya böyle olmasaydık? Ya her şeyin bilincinde olmasaydık? Ya birbirimize böyle bakmasaydık? Ne olurdu?.. Bir insanda kötü özelliklerin olduğunu düşünmek bile kötü. Kardeşlik, sevgi, hoşgörü olmayan bir toplumda, insanlardaki bütün özellikler tıkanır. Arkası gelmez hiçbir şeyin. Birini sevemezsin, dostun olmaz, umutsuz olursun, hoşgörüsüz olursun.
Ne olursa olsun, hepimiz kardeşiz. Üçümüz, beşimiz yani hepimiz. Birimiz eksik olunca bir parçası eksik yap-bozlara döneriz. Tanımsız, anlamsız. O parça yerine oturduğunda diğerleri sevinen bir topluluğuz biz. Birimiz umudunu yitirdiğinde; diğeri, ona arka çıkar. Birimiz ağladığında; diğeri de, onun gözyaşlarını siler. Birimiz kaybolduğunda; diğeri elinden tutup çıkarır. Birimiz sevindiğinde; diğeri, onunla birlikte sevinir… Her şeye olumlu bakan, bakmak zorunda olan… Öyle ya, bize yakışır mı ümitsizlik, hoşgörüsüzlük, sevgisizlik?
Hani bahar geldiğinde papatyalardan taçlar yaparız ya, işte o papatyaların birer yaprağıyız biz. Yaprakların biri düştüğünde ya da kuruduğunda, diğerleri de sızlayan birer bütünüz biz. Bir öpücükteki sıcaklığı, sevgiyi, şefkati, hep anlarız biz.
Biz işte böyleyiz. Birbirimizi sevmeliyiz. Nerede, ne zaman olursa olsun; birbirimize arka çıkmalıyız. Bir resim çizmeliyiz hep birlikte. Hep birlikte boyamalıyız onu. İçimizden geldiği gibi. Sarı, mavi, kırmızı, mor, turuncu. Hepimiz bir zeytin dalı kurutmalıyız. O kurudukça biz canlanmalıyız.
Yani bu trene birlikte binip, birlikte inmeliyiz!

MELİKE GÜRSOY

MEYVELERİN EN GÜZELİ








Koskoca bir karanlıkta ufacık bir aydınlık, etrafını aydınlatmaya çalışıyor. İşte şimdiki dünyanın halı. Kötülüklerin karanlığı dünyayı o kadar çok sardı ki iyilikler can çekişerek etrafını aydınlatmaya uğraşıyor.
Ne var ki, nedir bu insanların alıp veremedikleri? Hepimiz kardeşiz. Farklı dinlerde, farklı ülkelerde, farklı ırklarda bile olsak da hepimiz insanız. En basitinden biz, bunun örneğiyiz. Herkes birbirinden üstün olmaya çalışıyor. Belki bizi de bu duruma iten sebepler var ama biz hiçbir zaman arkadaş, kardeş ya da ortak bir Yaratıcı’mızın olduğunu unutmayalım. Sevgiyi paylaşmayı bilelim. Sevmesek de, saymasını bilelim. Kim olduğunu, ne olduğunu düşünmeden paylaşalım bazı şeyleri. Bazen bir ekmeği, bazen parayı, bazen giysilerimizi, en önemlisi de dostluğumuzu, kardeşliğimizi, sevgimizi paylaşalım. Biz insanlar, insan olduğumuzu hiçbir zaman unutmayalım.
Kötü insanlara sesleniyorum: Sevmek mi size zor gelen? O zaman atın kendinizi denizlere, dağlara çıkın, kimsesizliğe karışın. Uzak durun sevmeyi bilen insanlardan. Onlara sevgisizliği aşılamayın. Sizin için üzgünüm. Hem de çok… Dünyanın en güzel meyvesinden tatmamışsınız. Sevmeyi bilmiyor ve sevilmiyorsunuz.

ZEHRA DEMİRCİOĞLU

HAYAT GEMİSİ


İnsanlar hayata sevgiyle bakarlarsa, evrensellik duygusunu benimseyip bir bütün olarak yaşamayı kabul ederlerse ve hoşgörülükte dağlar kadar büyük, uzay kadar geniş olabilirlerse, bu hayat cennet olur.
Bence hoşgörünün, sevginin olmadığı bir dünya, çıkarların hakim olduğu bir dünya olurdu. Hayat bir patikaya benzetilirse, bu yol ancak sevgi, hoşgörü ve evrensellik çiçekleri ile güzelleşir. Eğer çıkar bataklıkları bu duyguların önüne geçerse, o zaman, o yolun güzel bitmesi mümkün değildir. Bu yüzden sevgi, hoşgörü ve evrensellik duyguları asla unutulmamalıdır.
Hayat bir bilmece gibidir. Sevgi bilmecedeki sözcüklerin anlamı, hoşgörü ise ipuçlarıdır. Biz insanlar birleşip evrensel olursak, bu bilmeceyi çözebiliriz. Çünkü bir bilmece birden çok kişiyle daha çabuk çözülür.
Hayat bir tuval gibidir. Sevgi kırmızı, hoşgörü mavi, evrensellik ise sarı renktir. Çünkü bu duygular, hayattaki en önemli duygulardır. Hayat bu duygularla renklenir ve bir anlam kazanır. Çıkarlar ise siyah renktir. Tuvale sürüldüğünde bütün resmin siyah olması, her zaman kötüdür. Hayat bittiği zaman baktığımızda siyah bir resim görmeyi mi, rengarenk bir resim görmeyi mi tercih ederiz?
Hayatı bir gemiye benzetebiliriz. Sevgi bu geminin kaptanı, hoşgörü ise pusulasıdır. Evrensellik geminin tayfalarıdır. Hoşgörümüzü kaybedersek, hedefimizi tutturamaz, yok oluruz. Sevgimiz olmazsa, hayat gemisi yürümez ve evrensellik tutmazsa, gemideki işler yapılamaz. Çıkarlar yanlış çizilmiş harita gibidir. İnsanların hedeflerini şaşırmalarına neden olur. Yolun sonunda bir de bakarız ki yanlış yere gelmişiz. Bu yüzden insanlar mutlu sona ulaşmak için hoşgörü, evrensellik ve sevgi duygularını asla kaybetmemeli ve çıkar rüzgârlarından korunmalıdırlar.

GONCA KİRİŞ

O GÜN

Saçlarıma çiğ taneleri düştüğünde ve gıcırdamaya başladığında hayatımın menteşeleri, arkama dönüp bakacağım. Kim olduğumu soracağım kendime.
“Kimim ben? Neyim? Kaç kişinin yüreği atıyor bedenimde?”
Biliyorum, bu soruları alnım açık cevaplayacağım. Çünkü hayatım boyunca bir su gibi hayat vereceğim herkese ve bir bahar gibi girip krizantemler açtıracağım bütün gönüllerde katmer katmer. Koskocaman bir insan denizinde ciğerlerimi yok edercesine koşacağım, koşuyorum da. Sevmek için, sevilmek için…
Sevgim alabildiğine temiz ve alabildiğine sade… Çıkar rüzgârlarına yer vermiyorum. Sevgi ektiğim ıssız çöllerde bahar dalları yükseliyor göğe doğru. Sevgiyi yüreğime kurduğum seralarda el değmeden yetiştiriyorum.
Gün gelecek, biliyorum. Arkama dönüp baktığımda sevgiyi göreceğim bakışlarda, resimlerde, hatıralarda. Sorgulayacağım kendimi. Ve yemyeşil bir ay, gökte dağlıyor olacak…

Duygu YILMAZ

İSTİKLÂL MARŞI

A. ANLAMI
1.
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.

Yurdumun üstünde tüten en son ocak sönmeden, bu şafaklarda yüzen al sancak sönmez, korkma. O, benim milletimin yıldızıdır, parlayacak. O, ancak benimdir; o, benim milletimindir.
korkmak: Endişelenmek, şüphelenmek, tasalanmak.
Şair, “Türk bayrağının bir daha dalgalanmayacağını zannederek karamsarlığa kapılmayın, sakın ümitsizliğe düşmeyin” anlamında “korkma” ifadesini kullanıyor. “Korkma!” diye kendisine seslenilen, Türk milletidir (Nida sanatı). Milletine moral vermek istiyor.
sönmek: (Bayrak için) Dalgalanmamak.
ocak: Bir ailenin öteden beri yaşadığı ev, bark.
yıldızı parlamak: Başarmak.
yıldızı olmak: Bahtı, talihi açık olmak.
Parçada ocak söylenmek suretiyle bütünü (ev) anlatılmak istenmiş. Burada mecaz-ı mürsel sanatı yapılmıştır. “En son ocağın sönmesi”nde; bayrağın sönmemesi, dalgalanması için, en son ocağın sönmemesi gibi güzel bir sebep bulunarak hüsn-i tâlil sanatına baş vurulmuştur.
Ey Türk milleti, endişe etmene, korkmana gerek yoktur. Düşmanlarımız yurdumuzun semalarında dalgalanan al bayrağımızı indirip yerine kendi bayraklarını çekmeyi başaramayacaklardır. Yani hür ve müstakil yaşamamızın sembolü olan Türk bayrağı, en son Türk eri şehit oluncaya kadar, dalgalanmaya devam edecektir. Milletimizin bütün fertleri yok edilmedikçe, yurdumuzun işgali mümkün değildir. O ay yıldızlı al bayrak, benim milletim olan Türklerin sonsuza kadar parlayacak bir yıldızıdır. Çünkü o, bana ait bir bayraktır, sadece Türk milletinindir. İstiklâl ve hürriyetine oldukça düşkün olan Türk milleti, onu, sonsuza kadar korumasını bilecektir. İngilizlerin desteğinde, Anadolu içlerine kadar ilerleyen Yunanlılar, Türk milletini esir edemeyeceklerdir, bayrağımızı tamamiyle yurt sathın-dan kaldıramayacaklardır. Çünkü milletimizin bağımsızlık yolunda şansı açıktır (yıldızı parlamak).
Şairin bayrağa “al sancak” demesindeki amaç, hem bayrağın rengini hatırlatmak hem de Türklerin ordu millet olduğuna dikkat çekmektir. İstiklâl Savaşı sırasında düzenli askeri birliklerimizin henüz kurulmakta olduğu düşünülürse, şairin bu kullanımı, millete moral vermek ve kendine güvenini sağlamak için seçtiği fark edilir. Bayrağı, milletinin yıldızı olarak görmesinin sebebi; bayrağın, zafer yolunda yol göstermesi (cepheye gidecek olanların bayrağımızın etrafında toplanmaları), ulaşılamayacak kadar yükseklerde olmasıdır. Çünkü şair, hiçbir düşman elinin ona değmemesini istemez.

2.
Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilâl!
Kahraman ırkıma bir gül... Ne bu şiddet, bu celâl?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl;
Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklâl.

Ey nazlı hilâl! Kurban olayım, kahraman ırkıma çehreni çatma; bir kerecik olsun gül. Bu şiddet, bu celâl nedir? Sonra, sana dökülen kanlarımız helâl olmaz. İstiklâl, Hakk’a tapan milletimin hakkıdır.
Şair, “çehreni çatma” diyerek bir nazlı hilâl’e (genç kıza) benzettiği bayrağımıza seslenmektedir. Burada kişileştirme sanatı vardır. O günlerde yurdumuzun batısı, Ankara yakınlarına kadar işgal edilmiş, Maraş, Antep gibi şehirlerimiz yerli düşmanlarımızca çıkarılan isyanlar sonucunda düşman eline geçmişti. Düşman ayağının değdiği yerde, önce genç kızların hayatı tehlikeye girer. Şair, namus düşüncesiyle hareket ederek, bayrağımıza böyle sesleniyor. “Kahraman ırkıma bir gül...” ifadesi, şairin milletine olanın güveninin göstergesidir.
kurban olmak: Canını feda etmek, çok yalvarmak.
Türk bayrağının dalgalanması için şehitler verilmektedir. Bu şehitler; vatanı, milleti için canlarını verirken, aynı zamanda bayrağımıza kurban olmuyorlar mı? Burada dolaylı olarak Allah’a (c.c.) yalvarma söz konusudur. Çünkü kurban, yalnız Allah için olur. Üstelik İslamiyet’te “vatan savunmak” da baskın görevlerden birincisidir. Bayrağımızdaki hilâl sembolü, Allah ismini de çağrıştırır. Şair, Allah yolunda olan milletinin hakkının bağımsızlık olduğunu vurgulamaktadır.
“Gülmek ve şiddet, celâl” kelimeleri arasında tezad sanatı vardır. Gülmek ve çehreyi çatmak arasında da tezad sanatı vardır. Kurban olmak deyiminde mübalağa sanatı görülür.

3.
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim: Bendimi çiğner, aşarım;
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.

Şair, “ben” sözünü kullanarak, kendisi ile mil-letini bir tuttuğunu göstermektedir. Çünkü o, Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu’yu gezerek bağımsızlık yolunda önder olanlardan birisidir. Bu yüzden halka yakındır. Burada “bağımsız olma”nın Türkler için bir yaşam biçimi olduğu, vazgeçilmezliği anlatılmaktadır. Şairin “çılgın” diye nitelendirdikleri işgal kuvvetleridir. Çünkü bağımsız yaşamaya alışmış olan böyle bir millete zincir vurmak (esir etmek) düşüncesindedirler. Şairin şaşkınlığı bundandır. Burada soru sorularak istifam sanatı yapılmıştır. Bağımsızlık yolunda Türk milleti önüne çıkan her engeli aşma azminde olduğu için kükreyen bir sele benzetilmiştir. (Sel, önüne çıkan her türlü şeyi, kendisiyle birlikte, önüne katıp götürür. Yıkılırken, yıkar. Kıtadaki “dağları yırtmak” sözü, milletin her türlü zorluğun üstesinden geleceğine duyulan güveni pekiştirmektedir. Burada telmih yapılarak Ergenekon Destanı hatırlatılmaktadır. Ankara’da sıkışmak da Ergenekon’da bulunmak gibidir.)

4.
Gârb’ın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar;
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
“Medeniyet” dediğin tek dişi kalmış canavar?

Bu kıtada Türk’ün özgürlük ve bağımsızlık hakkının verilmesi inancını taşıyan görüş ile Avrupa’nın “Medeniyette ileriyim; o halde her şey benim hakkımdır” diyen görüşü karşılaştırılmaktadır. Burada maddî güç ile manevî güç tartılıyor. Maddî güçlerine güvenen batılılar (Avrupalılar), ufuklarını bile çelik zırhlı duvarlarla kapatmış olmanın verdiği üstünlükle; iman dolu göğsünden başka sınır tanımayan Türk milletine saldırmışlardır. Ne kadar ulursa ulusun, bağırıp çağırsın, milletin iman dolu göğsüne çarpanlar, eninde sonunda yenilecektir. Akif’e göre, haksızlıklara kapılarını açık bırakan medeniyet, tek dişi kalmış, ihtiyar bir canavardan başka nedir? “Canavar” sözünde tevriye vardır. Hem yırtıcı, vahşi, cana kıyan hayvan, hem de her şeyi yok eden, kan dökmekten hoşlanan insan anlamlarına gelmektedir. O günkü Avrupalıya yakışan en güzel elbise budur. Medeni olma iddiasındaki canavarın gücü, ne kadar ulursa ulusun, Türk milletinin iman dolu göğsüne çarptıkça, perişan olacaktır.
Sanki Akif; “Avrupa kendi sınırlarını çelikten yapılmış savaş araç ve gereçleriyle korumakta. Bu-na karşı benim de göğsü iman dolu Mehmetçiklerle donatılmış sınırlarım var. Korkulur mu?” demektedir. “Ulusun” büyüklük anlamında değildir. Ulumak, boğmak ve canavar kelimeleri birbirleriyle ilgilidir. Orijinal metinde bu söz, Arapçadaki nun ile yazıldığından bağırmak, ulumak anlamındadır.

5.
Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın;
Siper et gövdeni, dursun bu hayasızca akın.
Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın...
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.

Burada, arkadaş diyerek cephede savaşanlara, özellikle gençlere seslenilmektedir. Onlardan iste-nen, yurdumuza karşı girişilen hayasızca akınların durdurulması, bu uğurda gerekirse birbirlerine siper olarak savaşmalarıdır. Böyle olursa, Allah’ın kurtuluş yolunda çarpışanlara va’dettiği günlerin çok yakında geleceği müjdelenmektedir.
İstiklâl Marşı’nın ilk sözü olan “korkma” uyarısının cevabı, bu kıtada verilmektedir. Allah (c.c.), haklı ve imanlı kullarına yardım eder. Kur’an’da; inanan kullarına mutluluk, zafer ve kurtuluş va’detmiştir. Türk milletinin geleceğe güvenle bakabilmesi için, kendisine düşen görev ve güven duygusu da hatırlatılıyor. Utanmaz akınlar, bu uğurda can vermeyi göze almakla durdurulabilir. Şair, işgal kelimesi yerine “akın” sözünü bilerek seçmiştir. Akın, yıkıcı olsa da, askeri açıdan gelip geçici bir harekettir. Buna rağmen Akif; “Asla, aman dikkat, aman ha!” anlamında sakın sözünü kullanarak, milletini uyarmakta ve dikkatini çekmektedir. Alçaklar, gelip geçmek, mola vermek için yurdumuza uğramamışlardır. İşgal, kalıcıdır. (Sakın sözcüğünün esirgemek, korumak anlamlarını da düşünmeliyiz.)

6.
Bastığın yerleri “toprak” diyerek geçme, tanı!
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehid oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:
Verme dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.

Bu kıtada vatan ve toprak ilişkileri üzerinde duruluyor. Vatan ilk bakışta, dış görünüşüyle top-rak parçası, üzerinde dağlar, ovalar, ırmaklar, göller, denizler; bağlar, bahçeler, tarlalar, fabrikalar olan bir coğrafyadır. Bu haliyle de maddî bir değeri vardır. Ama ona manevî bir değer verdiren, onu vatan yapan, toprakları korumak için tarihin çeşitli zamanlarında dökülen kanlardır. Onun sınırlarını belirleyen tarihî olaylar, milletin geçmişini kucaklayan acılı ve mutlu günlerin bütünüdür. Üzerinde serbestçe yaşayıp dolaşabildiğimiz bu yurdu bize sağlayan, onu bize mal eden, “bizim” dedirten, atalarımızın uğrunda döktükleri kan, verdikleri candır. Bu yüzden sen, yurdunun değerini bilmelisin. Onu, dünden bu güne, baştan uca tanımalısın.
“Kefensiz yatmak”, üzerinde dikkatle durulması gereken bir deyimdir. Kefensiz yatanlar, şehitlerimizdir. Burada mürsel mecaz sanatı var. Kur’an’a göre; “Allah (c.c.) yolunda öldürülenler için, ölü” denmez. Onlar ölümsüzdür, oldukları gibi gömülürler. Onların yeri cennettir.
Kıtada vatan, cennet’e benzetilmektedir. Bu, hem güzellik bakımından, hem de şehitlerin cennetle müjdelenmiş olmalarından dolayıdır. Cennet vatan tamlamasında teşbih-i beliğ sanatı vardır.
Durağı cennet olan şehit atalarımızın yattığı bu vatan toprakları, dünyalara değişilmeyecek kadar güzeldir.

7.
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Şüheda fışkıracak, toprağı sıksan şüheda!
Canı, cananı, bütün varımı alsın da Hüda,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.

Bu kıtada cennet vatan-uğruna feda olmak, sıkmak-fışkırmak, varlık-almak-vatandan ayrı düşmek (cüda) kelimeleri, özellikle seçilmiş anahtar kelimelerdir. Fışkırmak, tevriyelidir. “Yukarıya doğru aniden yükselmek” anlamının yanında, “Sıkıştırılan sıvılar fışkırır” anlamına da gelir. Burada kelimenin bize çağrıştırdığı asıl anlam; bolluk, çokluktur. Şehitlerin çokluğunu ifade için özellikle seçilmiş bir kelimedir. Cennet vatan anlayışı, bu kıtada da ortaya çıkıyor. Şairin biricik dileği; canını, sevgilisini, hatta bütün varlığını alsa bile, Allah’ın onu, vatanından ayırmamasıdır. Can, sevgili, çeşitli varlıklarımızı kaybetmiş olmak, onu (milleti) üzmez. Şüheda fışkıracak sözünde mübalağa sanatı vardır.
Türk milleti vatanı için gerekirse bütün her şeyini feda eder.
Bunu da tarihinin her döneminde göstermiştir.
Oğuz Kağan Destanı’nı da hatırlayınız.
Demek ki vatan sevgisi, her şeyin üstündedir.

8.
Ruhumun senden İlâhî şudur ancak emeli:
Değmesin mabedimin göğsüne nâmahrem eli;
Bu ezanlar -ki şahadetleri dinin temeli-
Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli.

Önceki kıtalarda başlayan arzu ve isteklere, bu kıtada dua da eklenerek devam edilmekte, Allah (c.c.)’a yalvarılmaktadır. Düşmanların, özellikle dinimize düşman olan yabancıların, bize olan düşmanlıklarının esasını dini sebepler teşkil etmekte-dir. Şair de şehitliği göze almış, hatta şehitlerin arasına o da katılmıştır. “Ruh” kelimesi, bunu akla getirmektedir. Çünkü Allah (c.c.) katında şehitlerin isteklerinin geri çevrilmeyeceğini bilmektedir. -Ki şahadetleri dinin temeli- sözü, ara cümledir, dikkatimizi ezan sözüne çekiyor. Namaza çağrı olan ezanın okunduğu minareler, göğe doğru yükselen varlıklarıyla birer şahitten başka bir şey değildir. Mabetlerimiz, iffetli bir kadına benzetilmiş (teşhis), kişileştirilmiştir.
Ezan sesi de, bayrak gibi bağımsızlığımızın bir sembolüdür. Esir düşenlerin rahatça ibadet etmeleri zordur, hatta mümkün değildir. Bu yüzden de ezan seslerinin inlemesini (okunmasını) istiyor.

9.
O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım;
Her cerihamdan, İlâhî, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır ruh-i mücerred gibi yerden naaşım!
O zaman yükselerek Arş’a değer, belki başım.

Bu kıtada “kurtuluş”un verdiği mutluluk ve şükür ifade edilmektedir. Bağımsızlık yolunda seve seve canlarını verenlerin dilekleri kabul olmuştur. Bayrağımız rahatça dalgalanmakta, ezan sesleri de yurdun dört bir tarafından duyulmaktadır. Bundan dolayı şehitler mutluluklarından kendilerinden geçmekte, gözyaşı yerine yaralarından kanlı yaşlar dökülmektedir. Bu coşku o kadar fazladır ki, şehitlerin -varsa- mezar taşları bile şükür için secdeye kapanır. Savaş bitmiştir. Şehitler göğün en yüksek katına dönmektedirler.
Şehitlerin mutluluğu o kadar fazladır ki, bu yüzden başları göğün en yüksek katına değmektedir. İnancımıza göre de şehitlerin makamı göğün en yüksek katındadır.

10.
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.
Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl:
Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet,
Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklâl!

Bu kıtada “zafer günü”nün heyecanı yaşanmaktadır. Mutluluk, ahretten bu dünyaya geçmiştir. Şair, Büyük Taarruz ve Dumlupınar Zaferi’ni önceden biliyor gibidir. Bayrağın şafaklar gibi dalgalanması istenmektedir. Şafak nasıl yeni bir günün müjdecisi ise bayrağımız da zaferin müjdecisi olarak görünmektedir.
Çünkü özgürce dalgalanmak, bayrağımızın; özgürce yaşamak, milletimizin hakkıdır.

İstiklâl Marşı’nın ölçüsü aruzdur. Aruzun en çok kullanılan (Fâ i lâ tün / fe i lâ tün / fe i lâ tün / fe i lün) kalıbıyla yazılmıştır.

Hilâl GÜLER
Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni
Ders Notları

AKİF VE İSTİKLÂL MARŞI



1. ERKEK : Ateş gibi bir mısra: “Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak.”
1. KIZ : Ancak samimiyetin doruklarında yükselen bu sımsıcak başlangıç mısrasının doğuş hikâyesi, oldukça zor günlerin, ıstırapların hayata geçirilmesinden başka nedir, değil mi?
1. ERKEK : “O günleri yeniden yaşamak mı?” diyorsunuz, işte bu mümkün değil.
1. KIZ : Aynı soruyu, hasta yatağında kıvranıp yatan Mehmet Akif Ersoy’a, bir bir yolunu bulup sormuşlar. Soruyu harika bir cevapla karşılayan Akif, şöyle demiş.
AKİF : “O günleri yeniden yaşamak mı?, diyorsunuz? Allah, bir daha bu millete yeni bir İstiklâl Marşı yazdırmasın.
KORO : Doğru olanı da bu! Allah, bir daha bu millete yeni bir İstiklâl Marşı yazdırmasın.
2. ERKEK : Bu yüzden biz, İstiklâl Marşımıza sahip çıkıyoruz.
KORO : Bu gün de sahip çıkıyoruz. Yarınlarda da sahip çıkacağız.
2. ERKEK : Çünkü bu marşın harcında, bu topraklar için ölümü göze alabilenlerin teri, canı ve kanı var.
KORO : Öyle ya, öyle ya! Hem teri, hem canı ve hem de kanı var.
1. KIZ : Her şeyin ateş kustuğu o günlerde, yüce dağların karlı doruklarında, istiklâl sevdasının ateşleriyle yanıp kavrulanların gönüllerinde; “Bizim de bir İstiklâl Marşımız olmalı.” düşüncesi yatıyor.
KIZLAR
KOROSU : Bizim de bir İstiklâl Marşımız olmalı!
1. ERKEK : Bizim de bir İstiklâl Marşımız olmalı!
2. KIZ : Bizim de bir İstiklâl Marşımız olmalı!
KORO : Bizim de bir İstiklâl Marşımız olmalı!
2. ERKEK : Bizim de bir İstiklâl Marşımız olmalı!
ERKEKLER
KOROSU : Bizim de bir İstiklâl Marşımız olmalı!
1. ERKEK : Bu düşünce, iş haline getirilmeliydi. Bu milletin, bir İstiklâl Marşı olmalıydı.
2. KIZ : 7 Kasım 1920 tarihli Hakimiyet-i Milliye Gazetesi’nden; “Türk devletinin ebediliğini, Millî Mücadele’nin ruhunu ve Türk’ün istiklâl aşkını dile getirecek” olan yarışmaya katılacak eserlerin 23 Aralık 1920 tarihinde Maarif Vekâletinde kurulan bir heyet tarafından, en güzelini bulmak için seçileceğini öğreniyoruz.
3. ERKEK : Yarışmaya 724 şiir katılıyor. Bu bilgileri bize Ortaöğretim Genel Müdürü Kâzım Nami Duru veriyor.
KORO : Sadece o kadar mı?
1. KIZ : Bildiklerimiz, bu kadar değil, daha fazla. Bu şiirlerden birisi heyet tarafından çok beğenilir, seçilir ve bütün millet vekillerine de dağıtılır.
KORO
KIZLAR : Ancak beklenen şiir, daha henüz doğmamıştır.
KOROSU : Beklenen marş, henüz ufukta! Şairi, sancılar içinde!
2. ERKEK : Hamdullah Suphi Bey, 16 Aralık 1920 tarihinde Millî Eğitim Bakanı oldu. Şüphesiz hepsi de çok güzel olan bu şiirlerde, Millî Mücadele ruhunu bulamamıştı.
KORO : Bütün milletçe istenen ve arzulanan ne idi?
HAMDULLAH
SUPHİ : “Millî Mücadelemizin büyüklüğü oranında güçlü bir şiir, gönülleri heyecana verecek, heyecanlı bir ses istenmektedir. Öyle bir ses ki gelecek nesillere her an, o kutsiyet ve azameti terennüm etsin. Kalpleri heyecanla doldursun. Yurdun bütün ufuklarını heyecanla inletsin. Zira Anadolu’da Türk’ün yeniden doğuşu, ikinci bir Ergenekon olayı yaşanıyordu. İşte bu şiir, bu olayın destanı olmalıydı.”
ERKEKLER
KOROSU : İşte böyle bir şiir yazılmalıydı.
AKİF : (Az duyulur bir sesle) Bizim de bir İstiklâl Marşımız olmalı!
1. ERKEK : Yeni tedbirler alındı.
2. KIZ : Memleketin içinde bulunduğu bu destan havasını duyan ve yaşayan, en yüce, en İlahî bir belagatle yazan Mehmet Akif’ten başka kim, milletin heyecanını dile getirebilirdi?
MUSTAFA
KEMAL : Bu marşı, ancak Akif Bey yazabilir.
KORO
KIZLAR : Bu marşı, ancak Akif Bey yazabilir.
1. ERKEK : “Düşer mi tek taşı sandın harim-i namusun?”
1. KIZ : “Meğer ki harbe giden, son nefer şehid olsun.”
KORO : “Sahipsiz olan memleketin batması haktır.
Sen sahip olursan, bu vatan batmayacaktır.”
2. KIZ : “N e hayasızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı
Nerde gösterdiği vahşetle bu bir Avrupalı
Dedirtir, yırtıcı his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahpesi, yahud kafesi.”
2. ERKEK : “Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.”
3. ERKEK : “Ölüm indirmede gökler, ölü püskürtmede yer.”
3. KIZ : “Sarılır, indirilir mevki-i müstahkemler
Beşerin azmini tevkif edemez sun’u beşer.
Bu göğüslerse Hüda’nın ebedî serhaddi
O benim sun’u bediim, onu çiğnetme dedi.”
ERKEKLER
KOROSU : “Ey şehit oğlu şehit, isteme benden makber,
Sana ağuşunu açmış duruyor Peygamber…”
AKİF : Millet için etti mi ordum sefer?
Kükremiş arslan kesilir her nefer.
Döktüğü kandan göğsü vursun zafer
Toprağa bir damlası boş akmasın…”
KORO : “Kükremiş arslan kesilir her nefer.”
1. KIZ : “Yerleri yırtan sel olup taşmalı
Dağ demeyip, taş demeyip aşmalı
Sendeki coşkunluğa el şaşmalı.”
KORO : “Haydi git evladım uğurlar ola.”
1. ERKEK : Hamdullah Bey, işi fazla uzatmaz. Bir gün konuyu Akif’in yakın dostu Hasan Basri Çantay’a açar. Hasan Basri Bey’den, Akif’in yarışma şeklini beğenmediğini, eğer başka bir çare bulunursa, istenen şartlara uygun bir şiiri ona yazdırabileceğini öğrenir.
3. KIZ : İstenen şartları sağlamak için bazı küçük hilelere baş vurulur.
KORO : Akif Bey, İstiklâl Marşı’nı yazabilmenin sancısında.
EŞREF
EDİP : “Üstat Ankara’daki bütün şiirlerini, İstiklâl Marşı’nı hep bu Dergâh’ta yazmıştır. Yüzlerce asır Türk milleti ile beraber yaşayacak olan bu marşı ne vakit okusam, Taceddin Dergâhı’nda üstadın bu şiiri yazarken düşündüğü zamanları hatırlarım.”
KORO : Nasıl düşünürdü, ne yapardı?
EŞREF
EDİP : Odanın bir tarafına çekilmiş, elinde ufak bir kağıt… tefekküre dalmış… ara sıra bir kelime yazıyor… bazen yazdığını çiziyor… sonra tekrar yazıyor…bazen saatlerce düşünüyor.
KORO : Sancı içinde, destan yazmak kolay değil.
EŞREF
EDİP : Üstad şiirini yazmak için çok zaman sarf ederdi. O kolay ve sade görüldüğü halde, bulunup söylenmesi ve taklidi zor olan söz dediğimiz şiirler, öyle kolay kolay olmuyordu. Bazen bir beyit üzerinde günlerce uğraştığı olurdu.
KORO : Buna rağmen yazıldı ya? İşte iman ve inanç, güzellik burada!
ERKEKLER
KOROSU : İşte, güzellik burada!
EŞREF
EDİP : İstiklâl Marşı kabul edildikten sonra dergâh7ta çok samimi bir merasim yapıldı. Üstadın sevdiği bütün arkadaşlar, birçok mebuslar üstadı tebrike geldiler. Güzel sohbetler oldu. O günler ne kutsal, ne mübarek günlerdi. O günleri yaşamayanlar bunu, mümkün değil, anlayamazlar.
KORO : Yaşamak, anlamaktır.
2. KIZ : Ya öncesi? Öncesi yok mu bu işin?
3. KIZ : Olmaz olur mu?
2. KIZ : Öyleyse anlatılısın.
KORO : Anlatılsın!
2. ERKEK : Düşman, Sakarya’ya kadar gelmiş. Ankara telaşta.
1. KIZ : Meclisin başka bir yere taşınması tartışılıyor.
1. ERKEK : Ama Akif, o tehlikeli anlarda bile sarsılmamış, metanetini de kaybetmemiştir.
KIZLAR
KOROSU : Sakarya savaşının en heyecanlı bir gecesi. Top sesleri Ankara’dan işitiliyor. Herkes tetikte!
KORO : Herkes tetikte!
3. ERKEK : Fena bir haber gelirse, hemen hareket edilecek. Ama bir var, inançlı…
AKİF : Telaşa mahal görmüyorum. Evvel Allah, O’na, O’nun askerliğine güveniler. Ordumuz inşallah galebe çalacak, buna imanım var.
ERKEKLER
KOROSU : Büyük Taarruzla zafere ulaşıldıktan sonra, şu beyitteki zafer için, Akif’e sormuşlardı. KORO : “Doğacaktır sana vaat ettiği günler Hakk’ın
Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın.”
KIZLAR
KOROSU : Bu bir kehanet miydi?
ERKEKLER
KOROSU : Bu kadar nasıl inandın?
AKİF : Başımızdaki adamı, Mustafa Kemal’i… kim görse, zaferin doğacağına, eninde sonunda bizim olacağına inanırdı.
KORO : Hem de tam yürekten, inanırdı.
MUSTAFA
KEMAL : Bu marş bizim inkılâbımızı anlatır. İnkılâbımızın ruhunu anlatır. Bunu ne unutmak, ne unutturmak lazımdır. İstiklâl Marşı’nda istiklâl davamızı anlatması bakımından, büyük bir manası olan mısralar vardır. Benim en beğendiğim yeri de burasıdır:
Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet
Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklâl.”
Benim bu milletten asla unutmamasını istediğim mısralar, işte bunlardır. Hürriyet ve istiklâl aşkı, bu milletin ruhudur.
KORO : İşte Türk budur!
MUSTAFA
KEMAL : İstiklâl Marşı’nın bu pasajı asırlarca söylenmeli ve bütün yâr ve ağyây anlamalıdır ki Türk’ün Mete hikâyesinde olduğu gibi her şeyi, en mahrem hisleri bil tehlikeye girebilir. Fakat hürriyeti asla…
KORO : Hürriyeti asla…
KIZLAR
KOROSU : Hürriyeti asla…
ERKEKLER
KOROSU : Hürriyeti asla…
MUSTAFA
KEMAL : Bu demektir ki efendiler, Türk’ün hürriyetine dokunulamaz.
1. KIZ : Sonrası mı?
2. KIZ : Akif kararını verdikten sonra, bütün varlığını ona harcar ve Taceddin Dergâhı’nın üçüncü odasında İstiklâl Marşımızı yazar.
1. ERKEK : 724 şiirle birlikte Mehmet Akif Bey’in İstiklâl Marşı da basılarak millet vekillerine dağıtılır.
3. KIZ : 1 Mart 1921 tarihindeki oturuma bizzat Mustafa Kemal Paşa başkanlık eder.
HAMDULLAH
SUPHİ BEY : “Bakanlık yapmış olduğu incelemede fevkalade kuvvetli bir şiir aramak lüzumunu hissettiği için ben şahsen, Mehmet Akif Beyefendiye müracaat ettim. Ve kendilerinden bir şiir yazmalarını rica ettim. Kendileri çok asil bir endişe ile tereddüt gösterdiler. Biliyorsunuz bu şiirler için bir ikramiye vaat edilmişti. kendileri ikramiye meselesinden çekindiklerini belirttiler. Ben şahsen müracaat ettim. Lazım gelen tedbiri alırız ve icab eden ilanı yaparız dedim. Bu şartla büyük millî şairimiz bize, fevkalade nefis bir şiir gönderdiler. Diğer altı şiirle beraber sizlere sunacağız. Seçme hakkı size aittir. Arkadaşlar fikrimi açıklıyorum: Beğenmek, takdir etmek hususunda serbestsiniz. Ben seçimimi yapmışım. Sizin görüşünüz benim görüşümün aksi olabilir. Şimdi şiiri okuyorum.
(İstiklâl Marşı’nın ilk iki kıtası okunur. )

Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimin yıldızıdır ancak.

Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilâl
Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet, bu celâl?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl…
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl.

2. ERKEK : O gün Hamdullah Suphi Bey’in tok sesiyle okuduğu bu şiir, meclis oturumuna katılanların tamamının alkışını almıştı.
KORO : Akif Bey, mahcubiyetinden erimişti.
2. KIZ : Al sancağın dalgaları istiklâle susamış gönülleri heyecandan heyecana sürüklüyordu.
3. ERKEK : Milletimizin hürriyet ve istiklâl yıldızının dünyalar durdukça parlayacağına bütün gönüller inanmıştı.
KORO : Hürriyet ve istiklâl yıldızımız dünya durdukça parlayacaktır!
ERKEKLER
KOROSU : Oylama, daha sonraki oturuma bırakılır.
KIZLAR
KOROSU : Başkanlık kürsüsünde Dr. Adnan Adıvar Bey oturmaktadır. Söz, yine Hamdullah Suphi Bey’dedir.
KORO : Tarihçiler güne tarih düşerler: 12 Mart 1921 Cumartesi. Oldukça kutlu bir gün. Ebedi marşımızın oylanacağı gün, bu gün.
HAMDULLAH
SUPHİ BEY : Halkın temsilcileri olan sizlerin huzurunda okunan şiirin, yüksek heyetiniz üzerindeki azami tesirine ben de şahit oldum. Burada yedi tane şiir vardır. Başkanlık bunları ayrı ayrı oya koysun. Hangisi tarafınızdan beğenilirse onu kabul edersiniz.
KORO : Doğru, doğru. İşte bu, çok doğru!
KIZLAR
KOROSU : Tartışmalar, tartışmaları izler.
ERKEKLER
KOROSU : Önergeleri, başka önergeler izler.
DR. ADNAN
ADIVAR : Bu önergeyi kabul edenler, yani Mehmet Akif Beyefendi tarafından yazılan marşın, İstiklâl Marşı olmak üzere tanınmasını kabul edenler, lütfen el kaldırsınlar… Büyük çoğunlukla kabul edilmiştir.
MÜFİT
EFENDİ : Başkan bey, yalnız bir şey arz edeceğim. Hamdullah Suphi Bey’in bu marşı, bu kürsüden bir kere daha okumasını rica ediyorum.
REFİK BEY : Milletin ruhuna tercüman olan iş bu İstiklâl Marşı’nın ayakta okunmasını teklif ediyorum.
DR. ADNAN
ADIVAR : Müsaade buyurunuz efendim. Muhterem heyetimiz bu marşı kabul ettiğinden dolayı, resmen İstiklâl Marşı’mız olarak tanınmıştır. Bunun için de ayakta dinlememiz icap eder. Buyurunuz efendiler.
HAMDULLAH
SUPHİ BEY :

Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimin yıldızıdır ancak.

Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilâl
Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet, bu celâl?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl…
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl.

(İstenirse bütün kıtalar okunabilir.)

KORO : Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır; Hakk’a tapan, milletimin istiklâl.

1. ERKEK : Kabulünün 84’üncü yıldönümünü kutladığımız İstiklâl Marşı için ayrılan 500 lirayı Mehmet Akif Bey’in almadığını, fakir çocuk ve kadınlara örgü öğretme işi için bir gelir temin etmek amacıyla kurulmuş olan Dârü’l Mesâî’ye bağışladığını biliyoruz.
1. KIZ : İstiklâl Marşı, Resmî Gazetenin birinci yılında, yedinci sayısında;
21 Mart 1921 tarihinde yayımlanarak resmen yürürlüğe girmiştir.
KORO : Hürriyetimizin en kutsal, en aziz mihenk taşı olan İstiklâl Marşı’mızın ışığı, bayrağımızdaki ay yıldız parladıkça, ebediyen bir meşale gibi yarınlarımızı aydınlatmaya devam edecektir.
KIZLAR
KOROSU : Bu marş, mısralardan oluşmuş bir marş değil, savaşlardan oluşmuş bir kahramanlık destanıdır.
KORO : Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır; Hakk’a tapan, milletimin istiklâl.

HİLÂL GÜLER
1 Mart 2005

12 Mart 2005'te Söke Hilmi Fırat Anadolu Lisesi'nde sahnelenmiştir.